Albüm İncelemeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Albüm İncelemeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Emirhan Tuğa & Yuka Tada - Ayışığı (Moonlight)


Biri Türk birisi Japon, iki müzisyenin 2010 Türkiye'de Japonya Yılı dolayısıyla yaptıkları bir albüm. Proje Emirhan Tuğa ile Yuka Tada'nın ortak çalışması. Emirhan Tuğa Hacettepe Devlet Konservatuvarı klarnet sınıfında okumuş. Daha sonra lisans yapmak için Hollanda Amsterdam Konservatuvarında çalışmalarına devam etmiş. Özellikle Bartok, Milhaud, Piazzolla gibi bestecilerden etkilenerek folklörik temalı eserler yazmış. Özellikle Türk-Balkan enstrümantal müziği uyarlamalarını klarnet ve piyano için düzenlemiş. Unutulmaya yüz tutan kanto ve tango müziği uyarlamaları yaptığı bir albümü de var; Variete Oriental. Bu albüm Kalan Müzik tarafından yayınlanmış. 1998 yılında Emirhan Tuğa ve eşi Meral Ari-Tuğa tarafından kurulan Tombaz topluluğunun albümü elimde mevcut değil en azından şimdilik. Müzik tarzı olarak Seçil Hanım'ın ilgi alanına giriyor. Sanırım yakın bir zamanda bu albümü de koleksiyonumuza ekleriz.

Ayışığı projesindeki diğer isim ise yukarıda yazdığım gibi Yuka Tada. İsterseniz Japon müzisyeni de kısaca tanıyalım. Küçük yaşta beste yapmayan başlayan Tada'nın 16 yaşında kendi bestesi olan piyano konçertosunu orkestra ile çalması sanırım dikkat çekici bir başarı. Müzik eğitimine Japonya'da başlayan müzisyen daha sonra çalışmalarına Hollanda'da devam etmiş. Emirhan Tuğa ile yolları, eğitimlerine devam ettikleri Hollanda'da  kesişmiş ve konserler vermişler.

2010 yılının özelliği dolayısıyla ortak bir çalışmaya imza atmışlar; Ayışığı (Moonlight) albümü. Albüm Beethoven, Schumann, Piazolla, Baker, Usmanbaş ve Poulenc bestelerinin yanında, Tuğa ve Tada'nın birer çalışmasına da ev sahipliği yapıyor.

Beethoven'in Ayışığı Sonatı'nın (OP. 27 No: 2) girişi (Adagio sostenuto)  Japon müzisyen tarafından uyarlanmış. Herkesin bildiği bu güzel melodi alıştığımızdan daha hızlı icra edilmiş.  Hemen ardından Schumann'ın "Fantezi Şarkıları"na  (Fantasiestücke OP. 73) yer verilmiş. İlk olarak klarnet için bestelenen bu eser, bestecinin kendisi tarafından keman ve viyolonsel için uyarlanmış. Tuğa- Tada ikilisi 3 bölümden oluşan eseri piyano ve klarnet ile icra etmişler. CD'nin beşinci izi Arjantin'li besteci Piazzolla'dan "Milonga del Angel" Eser, Emirhan Toğa tarafından yapılan uyarlanmış. David N. Baker'ın  "Blues for Clarinet and Piano"su albümün altıncı şarkısı.

Albümde her iki müzisyenden birer esere de yer verilmiş. Yuka Tada'nın 2008 yılında bestelediği Miyama Suiti'i ve Emirhan Tuğa'nın Hi-Caz mandra'sı. Miyama Suit'inin hikayesi ilginç; CD kitapçığından alayım. Yada ve Tuğa, birlikte, Hirolima kenti yakınlarındaki Miyajima adasınnda Misen Dağı'na tırmanırlar. Tada, adayı çevreleyen Seto Denizini ve dünya kültür mirası listesindeki "Itsukuşima" tapınağını seyrederken bu görkemli manzaradan etkilenir. Eserin son bölümü ise konusunu eski bir söylenceden alır. Şöyle ki, eskiden Miyajima adasının tanrılarına haber götüren beyaz bir at varmış. Beyaz at öldüğünde yerini kahverengi bir at alır ve zamanla tüyleri beyaza dönermiş.  Suit, toplam 3 bölümden oluşuyor. Seto, Tapınak Ziyareti, ve At Efsanesi. Emirhan Tuğa'nın Hi-Caz Mandrası ise çok bilindik bir eserin uyarlaması.

İlhan Usmanbaş'tan "Klarnet ve Piyano için Üç Sonatin" bestecinin bazı Hindemith temaları üzerine kurguladığı bir çalışma. Tuğa ve Tada ikilisi besteciyi Ayvalık'ta ziyaret ettiklerinde aldıkları tavsiyelere ışığında eseri seslendirmişler. Tada'nın  Miyama Suit'i ve Emirhan Tuğa'nın Hi-Caz Mandrası'sı ile birlikte bu eser, albümde dünya premier'i yapılan 3 eserden birisi. Albümdeki seslendirilen son eser,  Fransız besteci Francis Poulenc'in Klarnet ve Piyano için sonat'ı (OP.184)  Benim son zamanlarda kafayı fena halde taktığım besteci bu eserini Arthur Honegger'e adamış.

Albüm, çok iyi seçilen eserler sayesinde klasik müzik dinleyicisi olmayan müzik meraklılarının dahi sıkılmadan dinleyebilecekleri bir albüm. AK Müzik tarafından meraklılara sunulan albümün kaydı son derece başarılı. Ülkemizde sessiz sedasız geçip giden 2010 Japon-Türk yılından benim için geriye kalacak çok az şeyden bir tanesi, bu hoş albüm.

Zeki Müren - Gözlerin Doğuyor Gecelerime Plak Kısaca


Geçtiğimiz günlerde bir müzik markette gezinirken Zeki Müren'in Gözlerin Doğuyor Gecelerime plağı denk gelince hemen satın aldık. Biliyorsunuz Seçil hanım, Türk Sanat Müziğine son derece meraklı. Albümle alakalı bir eleştiri yazısı yazacak kadar müziğe hakim değilim. Zaten o yüzden Klasik Türk Müziği incelemelerimizi ben kaleme almıyorum. Ben kısaca plaktan bahsedeyim sizlere.<

Yavuz Plak tarafından piyasaya sunulan plak Esen Plak tarafından dağıtılıyor. İçeriğine buradan bir göz atabilirsiniz. Albümün kapağı ne yazık ki gatefold (açılır) değil. Aslında bu kadar emeğe gatefold kapak yakışırdı doğrusu. Kapak üzerinde bazı bölümler kabartmalı olarak tasarlanmış ve çok çok güzel gözüküyor. Kapakta keşke biraz yazı olsaymış dedirten bir sadelik var. Ülkemizde plak basan tüm firmalar bu konuya dikkat etmeli bence.

Şarkılarla alakalı olarak bir yorum yazmayacağım. Bir sonraki Stereo Mecmuası'nda mutlaka plağı mercek altına alırız ancak kayıt benim çok hoşuma gitti. Belli ki şarkılar belli bir işlemden geçirilmiş ki, kayıt son derece keyifli. Çeşitli müzik marketlerde fiyat 39 ile 45TL arasında değişiyor.

Albüm kapağında 1.000 adet basıldığına dair bir not var. Zeki Müren fanatiklerinin kalabalıklığı göz önüne alınırsa satın almak için acele etmekte fayda olabilir. Bir tanesini ben aldım geriye kaldı 999 adet...

Putumayo Müzik ve South Africa Compilation CD


Son zamanlarda müzik mağazalarında dünya (world) müziği reyonlarında son derece ilgi çekici, rengarenk kapakları olan digipack CD'ler dikkatinizi çekti mi? Eğer denk gelmediyseniz okumaya devam edin!

Bu CD'ler kuvvetle Putumayo plak firmasının albümleridir. Plak şirketinin adı ilgimi çektiğinden ilk önce onu araştırmaya karar verdim. Putumayo, Güney Amerika'da Kolombiya sınırları içerisinden başlayarak, Ekvator ve Peru sınırları boyunca devam eden son olarak Brezilya sınırları içerisinde Amazon ile birleşen bir ırmak. Etimolojik olarak kelime bir yerli dili olan Quechua kökenli. Mayu'nun (veya Mayo) anlamı nehir, Putu ise bir çok anlama geliyor, bölgeye özgü bir içecek ve aynı zamanda doğmak veya ayrılmak anlamına geliyor. Netice itibarı ile Putumayo'nun anlamı nehrin doğuşu geliyor. Etimolojik sözlükten bahsedince bir kaç hafta önce bir bültende TDK'nın Türkçe Etimoloji sözlüğü konusunda oldukça fazla yol aldığından bahsedildiğini hatırlıyorum. Zamanını bilmemekle beraber kendi dilimizde ayrıntılı ve doğru bilgilerle donatılmış bir etimoloji sözlüğüne sahip olacağız sanırım. Etimoloji sözlüğü çok kısaca sözcüklerin kökenlerini inceleyen özel bir sözlük tipi. Konumuza geri dönelim.

Putumayo tam anlamı ile dünya müziğine odaklanmış bir firma. Aslında firma 1975'te kurulmuş ancak müzik şirketinin kurulması 1993 yılında gerçekleşmiş. Firmanın bir diğer ilgi çekici yönü albümler haricinde yazının başında görebileceğiniz gibi kartpostallar gibi alternatif ürünlerinin de bulunması. Bu ürünlerin tamamı dönüştürülebilir kaynaklar kullanılarak hazırlanmış.

Gerek CD'lerin gerekse de diğer ilginç ürünlerin çizimleri süper eğlenceli. Bu çizimler Nicola Heindl tarafından yapılıyor. 1955 yılında doğan İngiliz çizerin yolu plak firması ile bir şekilde kesişmiş. Dünyanın dört bir yanını gezen Heindl, Hindistan, Sri Lanka, Kamerun, (bu ülke benimde çok ilgimi çekiyor, çünkü babam 25 sene orada kalmış) Fas, Tanzanya, Panama ve daha bir sürü ülkeye geziler düzenlemiş. Gezdiği ülkelerin geleneklerini, folklörik stillerini, sıcak renkler ve dostça çizgilerle birleştiren Heindl'ın Putumayo firmasının marka imajına büyük bir katkısı olduğu muhakkak. Zaten reyonda CD kapaklarına denk geldiğinizde hemen elinizi atıp incelemeye başlıyorsunuz.

Ben Putumayo CD'lerinden bir kaç tane edindim. CD'lere geçmeden önce kataloğun geneline bir bakalım isterseniz. Kataloğun en önemli özelliği bölgelere ayrılmış olması. Bu bölgeler ve alt müzik türlerine göre çok zevkli compilation'lar hazırlanmış. (1) Bu tarz CD'lerde en önemli olay birbiri ile uyumlu şarkıların seçilmesidir. Putumayo'da el attığım albümlerde bu konuya çok dikkat edildiğini gördüm. Hatta sizlerin de, French Café, Italian Cafe, Jazz Around the World, Women of Jazz ve Women of the World: Acoustic CD'lerine bir göz atmanızı tavsiye ederim. Gerçekten bir Pazar sabahı veya eve yorgun gelinen bir günde sıkılmadan dinleyeceğiniz albümler.

Compilation CD'lerin farklı bir pazarı vardır. Öncelikle farklı müzik türlerine el atmadan önce bir alan araştırması gibidir. Eskiden internet yok iken, bu tarz CD'ler sayesinde çok müzisyen ile tanışmışımdır. İsimleri tespit ettikten sonra nokta atışı odaklanma taktiği genelde iyi sonuçlar çıkartır. Bu CD'ler ayrıca aynı albümü dinlemekten sıkılan insanlar içinde iyi birer seçenektir. Geçmişteki mağazacılık deneyimlerimden bu tarz CD'lerin önemli bir müşteri topluluğu olduğunu hatırlıyorum. Ancak genelde bu tarz CD'ler ucuz fiyat kategorisinde promosyon havuzlarında satılır ve tek sayfalık hiçbir şey bulamayacağınız kitapçıklara sahiptir.

Putumayo'nun bence önemli farklılıklarından birisi işte bu alanda. Satın aldığınız CD'nin çok özenli bir kitapçığı bulunuyor. İlk bölümde aldığınız CD'nin temasına uygun şekilde müzik anlayışları gelenekleri ve kısaca tarihçelerine göz atılıyor. İlerleyen sayfalarda CD'de yer verilen her şarkı ve yorumcusu ile alakalı bilgiler bulunuyor. CD'deki şarkı hangi albümden alınmış ve müzisyenin biyografisi ile alakalı bilgiler doyurucu. Bu arada CD'den CD'ye iç tasarımlarda değişiyor. Gösterilen özen harika.


Ben ilk olarak South Africa CD'sini edindim. Geleneksel Mbaqanga (2) ve Afropop ezgilerinden oluşan bir CD ile karşılaştım. Irk ayrımının ortadan kalkması ile kültürel zenginliğini ihraç etmeye başlayan ülkenin müziği de oldukça değişik. Güney Afrika deyince aman merak etmeyin vuvuzella filan yok. Bu tarz CD'lerin bahsettiğim gibi avantajı tanımadığınız müzisyenlerle tanışmanız. Örneğin ben Soweto Gospel Choir diye bir topluluğu bu albüm sayesinde tanıdım. Topluluğun Grammy'si bile var. Zulu kökenli müziiğin sözleri misyonerler sonrası Afrikasından. Anlayacağınız köken pagan ama sözler değil. Farklı bir karışım :) Karışım deyince bu Güney Afrika CD'sinin kapakçığında bir de yerel yemek tarifi eklemişler. Bu CD'nin gelirinin %1'i de AIDS ile mücadele ve insan hakları örgütlerine gidiyor. Ancak bir diğer CD'de farklı sürprizler çıkıyor. Ancak her CD'de güzel ve içeriği doyurucu bir kitapçık mutlaka var. Ayrıca albümlerin kayıt kaliteleri de gayet başarılı.<

Putumayo plak şirketinin albümleri Equinox Müzik tarafından ülkemize ithal edilmiş ve bir çok müzik mağazasında denk gelebilmeniz mümkün.Compilation CD sevenler, world müzik severler (3) easy-listening bir şeyler arayanların göz atmasında fayda olacaktır.

(1) compilation'ın dilimizdeki karşılığı derleme olmalı herhalde:)
(2) Güney Afrika'ya özgü Zulu müziğinden etkilenmiş  bir müzik tarzı
(3) Le Chant Du Monde gibi plak şirketlerinin yayınladığı world müziklere meraklı hardcore müzikseverlere pek hitap etmeyebilir katalog. Uyarayım!

Danilo Rea at Schloss Elmau - A Tribute to Fabrizio De André CD


Son günlerde edindiğim CD'ler içerisinden bir tanesini sizlere tanıtmak istiyorum. Albüm, Danilo Rea'nın Fabrizio De André anısına yaptığı CD'si. Bu yazımda tersten başlayayım. İlk önce kısaca André'yi tanıyalım.
Fabrizio De André (1940-1999) benim bir arkadaşım sayesinde tanıştığım bir müzisyen. Aslında ona müzisyen demek doğru olmaz. De André bir çok insan için özellikle de İtalyanlar için bir şairdir. O hikayeler anlatır, çoğunlukla direnişlerden, karşı durmalardan, isyanlardan bahseder. Marjinallerden, marjinalliklerden bahseder. Ama marjinal olmaya çalışanları değil, gerçekten öyle olanları anlatır. Toplumun en alt katlarını ve onların hikayelerini bizlere anlatır, kumarbazları, hilebazları, bedenlerini satmak zorunda kalanları. Devrimlerden bahseder. Bunları öyle bir şekilde yapar ki, İtalyanca anlamayan bizler onu aşk şarkıları söylüyor zannederiz. Sonra bir gün İtalyanca sözlerin İngilizce (Fransızca veya diğer bir dilde) çevirilerine göz atarız ve şaşırırız. Fabrizio De André'yi yakından tanımak isteyen okuyucularımız, şairin öldüğü sene Sony Italia tarafından yayınlanan "Opere Complete" setini alıp dinlemeye başlayabilirler. Sözlerin çevirilerine de ulaşırlarsa en az bir kaç ay sürecek bir maceraya merhaba diyeceklerdir.

Danilo Rea'yı tanımak için ise albüm kitapçığına bir göz atalım. 1957'de doğan İtalyan müzisyen, vatandaşı olan Stefano Bollani ve Enrico Pieranunzi (Gaslini'yi unutmuşlar. Ustayı anmadan olmaz) gibi uluslararası müzik arenasında kendisine yer edinmeyi başarmış. Klasik müzik eğitimini Santa Cecilia konservatuarında tamamlayan müzisyen ilk çalışmalarını  Rome Trio'da Roberto Gatto ve Enzo Pietropaoli ile gerçekleştirmiş. Önemli isimlerle birlikte çalışma fırsatı bulmasıyla müzikal manada kendini geliştirme olanaklarına sahip olmuş. Liste göz kamaştırıcı; Chet Baker, Lee Konitz, Steve Grossman, Phil Woods, Art Farmer, Curtis Fuller ve Kenny Wheeler bu listenin bir bölümündeki isimler.

Albüm yazının başında yazdığım gibi De Andre'ye adanmış. İlk parça olan "Bocca di Rosa" ile beni benden alan İtalyan piyanist çok keyifli bir yoruma imza atmış. "Bocca di Rosa" De André'nin ilk resmi albümü Vol.I'de (1967) yer alıyor ve marş niteliğinde. "Il pescatore" ise balıkçıların Hikayelerini anlatan bir şarkı. İlk kez 1970'de 45'lik olarak yayınlanan şarkı daha sonra çeşitli toplama setlerinde kendisine yer bulmuş. "Ave Maria" aslında bir Sandunya adası halk şarkısı. De Andre bu şarkıyı yeniden düzenlemiş ve L'indiano (1981) albümde seslendirmişti. Danilo Rea, şarkıya çok özenli ama abartıya kaçmayan dokunuşlar yapmış. "La ballata dell'amore cieco" ise çok bilindik bir İtalyan baladı. Frank Sinatra'nın da yorumladığı eser Rea tarafından ruhuna son derece uyacak şekilde yorumlanmış. Meraklılar için ek bilgi şarkıyı De Andre'de 1966 yılında 45'lik formatında yayınlamış. "La stagione del tuo amore" De Andre'nin 1967'deki ilk albümünden alıntı. Bu hüzünlü şarkının yorumu da çok çok güzel.

Girotondo, Rea'nın emprovizayon kabiliyetini gösterdiği bir şarkı. Gian Piero Reverberi (De André ile tanışanlar bu isimle çok denk gelecekler) düzenlemesiyle 1968 yılında "Tutti morimmo a stento" albümünde bulabileceğiniz şarkıya Rea'nın yaptığı düzenleme ve performans 10 üzerinden 10 verilecek düzeyde. Kesinlikle albümdeki favori parçam. "La canzone di Marinella" De André'nin 1964'de 45'lik olarak yayınladığı bir parça. "Carlo Martello" ise ilginç bir parça. Poitiers savaşını anlatan ama oldukça kinayeli parça, oktavlar arasında giden gelen yapısı ile çok başarılı şekilde icra edilmiş. "Valzer per un amore" albümün son parçası ama albüm biterken tadı damağında kaldı. Eh dahası yok mu diyor insan. Hemen bir anekdot; "Valzer per un amore" De Andre'nin babası, eşi hamile ilen onun acısını azaltmak için Gino Marinuzzi'nin Sicilya suitini çalarmış. Belki de De Andre'nin o zaman hafızasına işlenen melodiler Pierre de Ronsard sonesi ile birleşince aşk için vals (Valzer per un amore) ortaya çıkmış.

Albümde ayrıca Rea'nın kendi bestesi olan 2 şarkı da var; "Oona / Caro amore" ve "Highlands". Albümün genel havası ile uyumlu bu iki parça, bir nevi Hommage To "De André" (De Andre'ye saygı göstermek) amacıyla yazılmış.

Bir İtalyan müzisyenin, efsanevi bir İtalyan şair ve müzisyenin uzun bir zaman dilimi içerisindeki eserlerinden seçkileri yorumladığı harika bir albüm. Tek piyano, önemli şarkılar ve en önemlisi Rea, muhtemelen onun içinde bir idol olan De Andre'nin eserlerini emprovizasyonda abartıya kaçmayarak, en önemlisi de duygularını geri plana atmayarak yorumlamış.

İskandinav tarzı tek piyano ile icra edilen müziğe bir ara verip, Akdeniz sıcaklığında tonları, De André'nin aykırı şiirlerindeki duygularla harmanlanmış bu albüme bir şans vermenizi öneririm. Kayıt ise ACT albümlerinden tam da beklediğimiz gibi. Gayet başarılı.

referans kodu: Danilo Rea at Schloss Elmau - A Tribute to Fabrizio De André ACT 9759-2

Yakaza Ensemble - A'mak-ı Hayâl Albümüne Bir Göz Atalım.


Beni son zamanlarda şaşırtan bazı albümler elime geçiyor. İşte bu yazımda bu albümlerden bir tanesini sizlerle paylaşacağım. Yakaza Ensemble'ın A'mâk-ı Hayâl albümünün kitapçığında şunlar yazılmış.
A'mâk-ı Hayâl, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Filibeli Ahmet Hilmi'nin kaleme aldığı "A'mâk-ı Hayâl" adlı edebi eseri, kişisel dünyasında manevi bir gerçeğin peşinde olan Raci'nin tanıştığı, halk tarafından meczûb gözüyle bakılan Aynalı Baba'nın yol göstericiliğinde gerçekleşen bir iç seyahatin öyküsüdür.
Yakaza Ensemble'ın 2009 yılında oluşturduğu A'mâk-ı Hayâl adlı projesi müziğin içerisinde, bu seyahatin sürreel dünyasına yapılan bir yolculuktur. Bu gizemli hayal dünyasının müzikal olarak aktarılmasında, yaklaşım olarak evrensel bir ifade zenginliği göz önünde bulundurulmuştur. Dolayısıyla icra edilen enstrümanların zenginliği ve günümüz yaşantısından ayrışmazlığı ile A'mâk-ı Hayâl, aslında bugüne dair bir anlatımdır.

Albümü ele almadan önce konu sanırım dallanıp budaklanacak, şimdiden uyarayım sizleri. Bahsetmeyi sevdiğim konular olunca kısa bir şeyler yazmam mümkün olamıyor ne yazık ki. İlk önce A'mâk-ı Hayâl'in yazarını hep birlikte tanıyalım. Daha sonra bakalım nelerden bahsedeceğiz.

Günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan Filibe'de 1865'de doğan Ahmed Hilmi babasının konsolos olmasından dolayı Şehbenderzâde (konsoloszade olarak Türkçeleştirelim) olarak anılmıştır. İlerleyen yıllarda ise Filibeli Ahmet Hilmi olarak tanınmıştır. O dönemlerde çok normal olan dini eğitim alan yazar, ilerleyen yıllarda bizim buralara (İzmir) taşınmış. İlerleyen yıllarda Eğitimini Babasından dolayı da Şehbenderzâde olarak anılmıştır.Eğitimini Mekteb-i Sultânî'de (Galatarasaray Lisesi) tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye'de çalışmaya başlamış, daha sonra da yurt dışı görevlere atanmış. Düyûn-ı Umûmiyye belki modern Türkiye tarihine meraklı okuyucularımızın bildikleri bir kurum ancak diğer okuyucularımız için kısaca açıklayayım. Bu kurumu bir nevi banka gibi düşünmek lazım. Osmanlı Imparatorluğu güçten düşmeye başlayınca devletin mali yapısının çökmemesi için devamlı olarak borç alınmış. Bu kurum işte bu borçların idaresini üstlenmiştir. Tabii ilerleyen yıllarda devletin ekonomisinin yabancı devletler tarafından kontrol edilmesinde bir araç haline gelmiştir. Modern Türkiye'nin kuruluşuyla kalkan kapitülasyonlar ile kurumun sonu gelmiştir.

Ahmed Hilmi 1890'ların sonlarında siyasi meseleler içerisinde aktif olarak görülmeye başlar. Beyrut'ta sorunlar yaşamış Mısır'a kaçmak zorunda kalmış, seneler sonra İstanbul'a dönmüş ancak oradan da sürülmüş. Bazı yazarlara göre Lübnan'da iken yaşadığı sorunların kaynağı siyonizme olan karşıtlığıdır. Bir gazete açmış, ancak gazete kısa sürede batmış o da farklı gazetelerde yazılar yazmış. 1910'larda güçlü İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ters düşünce, Filibeli Ahmet Hilmi için tehlike çanları çalmaya başlamış ve 1914'de zehirlenerek öldürülmüştür. Filibeli Ahmed Hilmi çok farklı bir yazar ve düşünce adamıdır, bir yanı tasavvufa dönüktür diğer tarafı ise sert siyasi düşüncelere...

Filibeli Ahmed Hilmi'nin en önemli eserinin A'mâk-ı Hayâl olduğunu söylemiştim. 1900'lerin başlarındaki oradan oraya gidişler yazarın tasavvufa olan merakını arttırmıştır. Bu dönemde Vahdet-i Vücud düşüncesinden etkilenmeye başlamıştır. Burada bir parantez daha açmalıyız sanırım. Vahdet-i Vücud en kısa anlatımla yaratanla yaradılanın "bir" olduğunu ve yaratanla yaradılanın aynı kaynaktan geldiğini savunur. Endülüs'lü düşünür Muhyiddin İbn Arabi'nin 13. yüzyılda ortaya koyduğu fikirler özellikle Anadolu topraklarında başta Sadreddin Konevî olmak üzere çeşitli düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Vahdet-i Vücud düşüncesi ile ilgili en kolay anlaşılır kaynak Yunus Emre'dir.


Filibeli Ahmed Hilmi'de bu düşüncelerden etkilenmiştir. A'mâk-ı Hayâl'de konu, hayali bir kahraman olan Râci'nin hayata dair sorularını cevaplamak istemesi çevresinde dönüyor. Bu sorular genel olarak varlık-yokluk kavramı ile alakalı.  Soruların cevapları bilim, felsefe ve onların tıkandığı yerde inanç ile açıklansa bile Râci tatmin olmaz. Gitgide karmaşık bir ruh haline bürünür. Bir gün mezarlıkta halkın meczûb olarak gördüğü Aynalı Baba ile karşılaşır ve ondan çok etkilenir. Eserin ilerleyen bölümlerinde Aynalı Baba her buluştuklarında kahve içip sohbet ederler ve sonra Aynalı Baba'nın üflediği ney nameleri ile Râci hayal dünyasına dalar. Filibeli Ahmed Hilmi eserinde bu hayallere bölümler halinde yer verir. Bölümlerde, mistizm, antik felsefe sistemleri benim gözümde ezoterizm gibi bir çok kavrama denk gelebilmek mümkündür. Aslında bir yönü ile son derece evrensel bir eserdir. Yakaza Ensemble kendi metinlerinde kitabın Kaknüs yayınları tarafından hazırlanan edisyonunu kullanmış. Çeşitli online kitap satış sitelerinde kitaba ulaşmanız mümkün. Fiyatı ise 6 ile 8TL arasında değişiyor. Belki ilerleyen dönemlerde kitaba da bloğumda yer veririm.

Bu meczûb kelimesini belki genç okuyucularım bilemeyebilirler. Aslında bir kaç anlamı var, aklını yitirmiş / kaybetmiş anlamına gelebileceği gibi özellikle dinsel metinlerde Allah aşkı ile kendisinden geçmiş kişi anlamına da gelir.
İsterseniz artık albüme gelelim. Bu kadar yazıyı okuduktan sonra albüm hakkında kafanızda bir fikir oluştu mu? Konusu için evet, ama tarzı için muhtemelen hayır!



Yakaza Ensemble dört kişiden oluşuyor afgan rebabı, dombra ve kudüm, Eray Düzgünsoy. Elektronikler ve  bas Ömer Sarıgedik. Ney, shakuhachi, saron, M. Fakih Kademoğlu. Viyolonsel ve yaylı tanbur Ceren Erendor. Geçtiğimiz hafta içerisinde albümün bültenini burada yayınladığımızda albümle ilgili ilk satırları okuyunca daha geleneksel formda bir albüm olabileceğini düşünmüştüm ancak elektronik öğelerden bahsedildiğini görünce işin rengi değişmeye başlamış ve bültenin sonundaki “Bu şimdi yeni ‘dünya müziği’ mi, ‘yeni dünya’ müziği mi sorusu ile albümü iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım.

Albüm, "Kaf ve Anka" ile başlıyor. 6 dakikadan uzun olan parça albümdeki yolculuğa hazırlıyor. Şarkının içerisinde derinden gelen martı seslerinin eşliğinde tüm enstrümanlara verilen uzun pasajlar harika. "Sonsuz Bilmece" albümdeki en ilginç parçalardan bir tanesi elektronik yapıdaki şarkının Japonca pasajlar eklenmiş. Şarkıya eklenmiş shakuhachi (japon flütü, pek severim) ve elektronik vurmalılar ile bence süper ambient bir parça olmuş. Bayıldım! "Azamet Deryası" ve hemen ardından gelen "Azamet Sahası" son derece ilginç şarkılar. Özellikle Azamet sahasında yağmur sesleri arasında son derece hüzünlü bir yapı var. Bu iki parça bana Dante'nin "İlahi Komedya"sının Araf katına girildiğinde ilk yaşanan hüznü, şaşkınlığı ve acizliği hatırlattı. Zaten A'mâk-ı Hayâl'i okuyan meraklılar bazı açılardan ortak noktalar bulacaklardır. A'mâk-ı Hayâl'de farklı konuların işlendiğinden bahsetmiştim. "Temaşa Bayramı"nda ilk eski İran'a doğru yola çıkıyoruz. Son derece uzun şarkı içerisinden aslında çok sayıda şarkı çıkabilecek kadar melodiler var. Albümdeki favori parçalarımdan bir tanesi. "Ulular Meclisi"nde ise Orta Asyadan ve Uzakdoğudan ilginç tınılar eşliğinde farklı melodiler duymak mümkün. Parçada pek sık denk gelmediğimiz dombra ve saron kullanılmış. "Daimi Dönüşüm" ve "Arifler Meclisi" ise daha geleneksel enstrümanların kullanıldığı parçalar. Ancak yapılar hiç öyle değil tabii ki. "Arifler Meclisi"in başında dikkat çeken sanki plak takılmış gibi cızıltılı arka plan, ilerleyen bölümlerde elektronik davullarla şarkının alt yapısını oluşturmuş. Albümde her dakika şaşıracak bir şeyler var. "Yokluk Tepesi"de farklı değil.

Albümün kaydı gayet başarılı. Acayip bir derinlik hissiyatı var. Hifi'de sahne olarak tabir ettiğimiz şey belki de. Enstrümanların tınıları, notaların uzamaları her şey tane tane duyuluyor. Kitapçık da çok güzel hazırlanmış. Her şarkıya ayrılmış bölümde orijinal metinler ve birer resim serpiştirilmiş. Hiç beklemediğim kadar keyifle dinlediğim bir albüm oldu ki, bu yazıyı yazarken sanırım üçüncü tur dönüyordu.  Emeği geçen herkesin eline sağlık.

Yazının bir yerlerinde cevaplamamız gereken bir soru vardı hatırlarsanız. Albüm, yeni ‘dünya müziği’ mi, yoksa ‘yeni dünya’ müziği mi? Düşündüm taşındım, cevabı pek umursamadım. Albüm çok güzel hatta harika! Önemli olan da işte bu...

Deep Purple'ın Esinlendiği Topluluk; It's a Beautiful Day


Geçtiğimiz günlerde Plaki Sohbetler programında Deep Purple işlenirken programa katılıp bu albümünden bahsetmeyi çok istiyordum. Ancak mümkün olamadı ne yazık ki. Verilmiş bir sözü tutmak üzere albümden size bahsetmek istiyorum. Aslında bu albümün plağı bende belki 3-4 senedir var. Ancak albümde öyle bir şarkı var ki, aslında bir çoğunuz bilmiyorsunuz, bir yandan da hepiniz biliyorsunuz; Bombay Calling. Amma karışık oldu değil mi? Bulmacanın çözümü için okumaya devam edin!

It's a Beautiful Day, 1967'de San Francisco'da kemancı David LaFlamme tarafından kurulmış bir topluluk. LaFlamme çok ilginç bir müzisyen. Aslında klasik müzikle uğraşıyor. Yanılmıyorsam Utah Senfoni Orkestrasında çalışmış. Sonrasında yeter artık deyip kendisini rock alemlerine atmış. Grup, rock müzik tarihinin önemli topluluklarından bir tanesi. Ancak ülkemizde pek bilinmiyor. Topluluk aslında kalabalık değil ancak müzik yapısı itibarı ile oldukça zengindir. Aynı zamanda karısı olan Linda LaFlamme klavye çalıyor. Pattie Santos vokal, Hal Wagenet gitar, Mitchell Holman bas ve Val Fuentes davul çalıyor. Bir şekilde San Francisco tabanlı rock müziğin önünü açan grubun müziği son derece karmaşık. Bu durumun ortaya çıkmasında  David LaFlamme'ın klasik müzik eğitimi almış olmasının tabii ki çok etkisi var.

It's a Beautiful Day'in ilk albümü toplulukla aynı ismi taşıyor. Albümde bulunan şarkıların hepsi birbirinden ilginç ancak müzik tarihinde yerlerini almalarını sağlayan parça muhtemelen "White Bird"dür. Ancak ilk çıkan 45'leri Bulgaria'dır. Arkasından "White Bird" 45liği yayınlanmış ve albümün önü açılmıştır. Albümün şarkı listesi şu şekilde,

"White Bird" (6:06)
"Hot Summer Day" (5:46)
"Wasted Union Blues" (4:00)
"Girl With No Eyes" (3:49)
"Bombay Calling" (4:25)
"Bulgaria" (6:10)
"Time Is" (9:42)

Yazının başlarında "Bombay Calling" şarkısından bahsetmiştim. Bu şarkının ana teması ile Deep Purple'ın meşhur "Child in Time" şarkısının ana teması birebir aynıdır. Hatta It's a Beautiful Day yorumu çok daha estetiktir. Deep Purple bu konuda senelerce sessiz kalmış ve şarkının temasının özgün olduğunu iddia etmiştir. Seneler sonra biraz esinlenme olduğunu kabul etmişler ve uzun seneler sonra temayı büyük ölçüde alıp kendi şarkılarına uyarladıklarını itiraf etmişlerdir. Tabii Deep Purple dünyada son derece popüler olmuş, It's a Beautiful Day ise unutulup gitmiştir. Aşağıya It's a Beautiful Day'in canlı performansı ile "Bombay Calling" yorumunu ekleyeyim.

Aslında bu yazıyı yazmamaya karar vermiştim seneler önce. 1970'lerin rock müziğinde büyük ve popüler toplulukların dışına çıkmayı başarmış her meraklı "It's a Beautiful Day" topluluğunu duymuştur. Aslında Child in Time için yazdığım hadise çok ama çok bilindik bir konu. Yazıyı yazmama sebebim ise müzik mağazalarında sürünen "It's a Beautiful Day" plaklarıdır. Bir dönem bu albüm ülkemize ithal edildi ve 20TL'den satıldı ancak nedense alıcı bulamadı. İstanbul ve İzmir'de plak mağazalarında albüm bol bol bulunuyordu. Ancak yan tarafındaki Jethro Tull, arkasındaki Doors, onun yanındaki Lep Zeppelin plakları bunun 4-5 katına satılırken, nedense 1970'lerin bu önemli rock grubuna kimse dikkat etmiyordu. Bulduğum tüm plakları ucuz ucuz satın alıp, arkadaşlarıma hediye ettim. Bu albümden de kendi bloğumda bahsetmemeye karar verdim. Yakın bir dostum, geçtiğimiz günlerde bu konuda beni eleştirdi.
Aslında haklıydı da, müzik paylaşınca güzel olan bir şey değil mi?
Bu yazıyı yazarak sözümü tutmuş oluyorum. Sanırım İstanbul'da bazı mağazalarda "It's a Beautiful Day" plağı hala bulunabiliyor olmalı. Müzik tarihine meraklı genç okuyucularımız ellerini çabuk tutup o plakları hızlı şekilde ucuz fiyat etiketlerinden satın alsınlar. Emin olsunlar ki, harika bir rock/blues albümü satın almış olacaklar.

Max Roach & Martin Luther King - I Have A Dream ve Kişisel Çeşitlemeler

Ne zamandır peşinde olduğum bir kayıttı sonunda tekrar buldum. Efsanevi davulcu Max Roach, Martin Luther King'in yüzyılın en önemli konuşmalarından bir tanesi olan "I Have A Dream" üzerine davul çalıyor. I Have A Dream aslında Martin Luther King, Jr'ın 28 Ağustos 1963 yılında Washington'da yaptığı 10 dakikalık konuşmaya verilen isim. O yıllarda Amerika'da süren ırk ayrımına karşı yapılan sivil mücadelenin belki de en çok hatırlanan konuşması. Umarım yukarıya eklediğim videoyu dinleme şansınız olur.
Max Roach zaten müthiş bir davulcu. Müzisyen 1960'larda ırk ayrımcılığına karşı mücadele eden bir aktivist olan Oscar Brown'ın sözlerinden hareketle We Insist! - Freedom Now plağını yapar. Bu bence çok önemli bir plaktır. Ancak dinlemesi birazcık derece zordur. Plak ülkemizde de bulunuyor. Pure Pleasure plak şirketi tarafından basıldığından fiyatı biracık yüksek ama ön yargısız müzikseverlerin arşivlerinde bir şekilde oması gereken bir albüm bence... Neyse... We Insist! - Freedom Now albümünün, müzik anlayışı açısından 1960'ların biraz ilerisinde bir yapısı var. İçerdiği fikirler ve düşünceler ise çok daha ilerici. Roach, 1960'larda ülkesinin o dönemde bulunduğu politik durumdan son derece etkilenmiş ve aktif olarak ayrımcılığa karşı mücadele etmiş bir müzisyen. Şimdi yazacaklarım biraz tepki çekecek eminim ki ama yine de yazacağım. Ülkemizde bir kısım caz dinleyicisi, nedense 1960-70'lerde politik hareketlere katılan, 1980'lerde de özellikle free-jazz hareketinin içerisinde görülen müzisyenlere karşı anormal önyargılı. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi Cüneyt Sermet hocamızın kaleme aldığı ve ülkemizde hali hazırda bu konudaki en kapsamlı kitap olan "Cazın İçinden" Bu kitap ön sözünde de yazıldığı gibi Cüneyt Sermet'in bakış açısından caz tarihine bir bakış atıyor. Bu kitabı bende defalarca okudum ancak her yazılanı kural kabul etmek çok yanlış. Eminim ki Cüneyt Sermet de kitabı bu amaçla yazmamıştır. Bir kitap onun yazarının fikirlerini verir. Bu yüzden okuduğumuz kitaplara göre ön yargılarımızla hareket etmemeliyiz. Dinleyip, farklı kaynaklardan araştırıp, kendi kararlarımızı vermeliyiz. Ben şahsım adına müzikal gelişime inanırım. Max Roach'ın ortaya çıktığı 1940'lardan, ilk solo çalışmalarını yaptığı 1950'lere, 1960'larda Amerika'nın politik durumundan etkilenerek yaptığı albümlere, 70 ve 80'lerdeki çalışmalarına (özellikle de Avrupa'da yaptığı çalışmalara) göz attığınızda hiç birisine ön yargı ile yaklaşmadan incelemek ve dinlemek lazım. 1980'lerde free jazz çalıyor diyerek ön yargılı olursak örneğin "Homage to Charlie Parker", "Bright Moments" veya "In The Light" gibi harika albümleri kaçırırız.

Yani uzun lafın kısası, müzik eleştirmenleri, kitaplar, ansiklopedilerin yazdıklarını okuyalım ancak ön yargılı şekilde yaklaşmayalım. Müzik son derece kişisel bir şeydir. Hiç beklemediğiniz bir anda, bir solo, bir pasaj sizi  yüreğinizden vurur. Bir bakarsınız o şarkı, ön yargıyla dinlemediğiniz müzisyenlerden bir tanesinin çıkar.

Ennio Morricone ve Gruppo di Improvvisazione Nuova Consonanza



Ennio Morricone ismini duymayan herhalde yoktur. Muhtemelen sinema tarihinin en önemli filmlerinin bir bölümünün müzikleri onun tarafından yapılmıştır. Liste öylesine uzun ve dolu bir liste ki, burada yer vermek olanaksız. Ancak çok bilindik Spaghetti Western'lerden, absürd İtalyan korku filmleri, bilim kurgular, macera filmleri derken liste uzar da uzar. Bu arada Ennio Morricone'nin bir çok yan projesi de var.

Sizlere bu yazımda EMI Müzik tarafından yayınlanmış bir CD setinden bahsedeceğim. Ennio Morricone'nin bir çok önemli film müziğinden örnekleri bulabileceğiniz bu setin adı; "Ennio Morricone - The Platinium Collection" (Referans kodu 094639132324) 3 CD'den oluşan setin içerisinde kuvvetle muhtemel sevdiğiniz bir çok şarkıyı bulacaksınız.  Hatta arada şaşıracaksınız belki. Çünkü bu şarkıyı da Morricone mi yapmış diyeceğiniz bir şeyler vardır elbet. CD setinin içerisinde keşke daha kapsamlı bir kitapçık olsaymış diyeceğinize eminim ama, Morricone'nin müzik yaşantısı pek öyle küçük bir kitapçığa sığabilecek türden değil. Bu yüzden CD'yi dinlerken Wikipedia'nın ilgili maddesini açıp okumak çok daha mantıklı olacaktır.

CD seti ülkemize de ithal edilmiş ve fiyatı makul diyebiliriz. Film müziklerinden belirli bölümleri dinlemek hepimizin çok sevdiği bir şey değil belki ancak seyrettiğimiz ve aklımızda kalan melodileri dinlemek keyifli oluyor. Morricone sevenlere duyurulur. Bu arada özellikle İtalyan korku filmleri için Dagored firmasından yayınlanan Morricone yapıtları İtalyan Abraxas plak şirketi tarafından geçtiğimiz yıllarda basılmıştı. Bunun yanında bir çok film müziği de yenilenmiş şekilde büyük plak şirketleri tarafından meraklılara sunuluyor


Konuyu burada bırakmaya pek niyetim yok. Şimdi serbest takılma bölümüne geçiyorum. Takılma bölümünden önce The Big Gundown diye bir albümden kısaca bahsedelim. Morricone'nin ki değil, John Zorn'un ki. John Zorn bu albümde Morricone bestelerinin üzerinden bayağı bir çalışıp, kendi tarzıyla yorumlamıştı. Albüm akıllara zarar gerçekten. Zaten Zorn konserine gitmediğim için mutsuzum, konuyu burada keselim. Besteler en fazla nasıl değiştirilebilir ki gibi bir soru işareti varsa kafanızda bu albümde bunun cevabının bir bölümünü görebilirsiniz. Bu arada kafanız karışmasın albümün orijinal kapağı ile sonradan yayınlananın kapağı birbirlerinden farklı. Yukarıdaki daha sonra yayınlanan albümün kapağı

Morricone gibi bir müzisyen Zorn'a bestelerini bu denli değiştirmek için nasıl izin vermiştir diye soranlar olacaktır. İşte burada devreye "Gruppo di Improvvisazione Nuova Consonanza" giriyor. Antonello Neri, Egisto Macchi, Franco Evangelisti, Frederic Rzewski, Giancarlo Schiaffini, Giovanni Piazza, Ivan Vandor, Jesús Villa-Rojo, John Heineman, Mario Bertoncini, Roland Kayn, Walter Branchi, William O. Smith gibi isimleri zaman zaman gördüğümüz toplulukta yazımıza konu olan Ennio Morricone ismini de bulabiliriz.

1960'ların başında Morricone, özellikle RAI (İtalyan Televizyonu) ile çalıştığı dönemlerde ve sonrasında RCA plak şirketinde aranjör olarak çalışırken Renato Rascel, Rita Pavone, Mario Lanza gibi isimlerle birebir çalışır. Ayrıca yaptığı arajmanlar Milva, Gianni Morandi, Paul Anka, Amii Stewart, and Mireille Mathieu dönemin önemli isimleri tarafından seslendirilir. Tam bu dönemlerde ve sonrasında Ennio Morricone müzisyen olarak caz çalışmaları yapar. Zaten müzik hayatının başlarında ailesine katkı yapabilmek üzere caz müziği çalmıştı.


Morricone bu toplulukta trompet çalıyor. Topluluk isminden de anlaşılabileceği gibi emprovize caz müzik çalıyor. Yani kolaylıkla avant-garde caz içerisinde anılabilecek bir müzik tarzı. "Gruppo di Improvvisazione Nuova Consonanza" sanırım Türkçemize Yeni Uyum Emprovizasyon Topluluğu olarak çevrilebilir. Aslında topluluğun ismi müzik tarzını açıklıyor. Olayın ilginç kısmı Morricone'nin müzik kariyerindeki bu dönem pek kimseler tarafından bilinmiyor. Topluluğun 1970 öncesi ve başı yayınlanan albümleri RCA Victor, Deutsche Grammophon ve Cramps Records tarafından yayınlanmış. Bunlardan Cramps Records özellikle avantgarde caz ve progresif rock dinleyicilerin yakından tanıdıkları bir İtalyan firması. Hatta John Cage ve Area bu plak şirketinden yayınlanmış iki önemli isim veya müzik tarihinin önemli noktaları. Ancak RCA ve özellikle Deutsche Grammophon bu tarz müziğin yayını konusunda denk geldiğimiz plak şirketleri değil. Hatta Deutsche Grammophon kataloğunda İtalyan toplulukla alakalı kayıtlara ulaşmak mümkün değil. Meraklısına Azioni adlı bir 2CD+DVD seti Alman Die Schachtel (Referans DS13) plak şirketi tarafından yayınlanmış bir set var. Albümün kitapçığındaki notları John Zorn kaleme almış. Zaten albümün kapağı yukarıda mevcut.

Ben ilk önce bir arkadaşımda Deutsche Grammophon'dan yayınlanmış 6 plaklık Avantgarde setinin bir kaç plağını dinledim. Tabii ki kulaklarım hemen havaya dikildi. Nasıl bir karmaşa, nasıl bir güzellik! Bu plak setini bulmak herhalde imkansızdır. Zaten lisede okurken felsefe hocası hediye etmiş. Ben felsefe hocamın ismini bile hatırlamıyorum. Ufak tefek çıtı pıtı çok kibar bir hanımefendiydi. Ama sanırım arkadaşım plak setini kendisine hediye eden hocayı hayat boyu unutmaz. Herhalde yani...

Bu topluluğun albümlerini edinin diyeceğim de, pek kolay değil. Özellikle 1960 sonu ve 1970'lerin başında yayınlanan plakların fiyatları akıllara zarar. Akıllara zarar derken, 50-60 Dolardan bahsetmiyorum. En az 5-6 katı ile çarpın!  Nuova Consonanza ve Azio albümleri ise daha alınabilir fiyatlardan eBay'de bulunabiliyor. Eski albümler ise eşten dosttan "benim gibi şanslıysanız" edinilebilir. Ama bu tarz müziğe gönlünüzü kaptırdıysanız ve Morricone ismi sizi heyecanlandırıyor ise bir şekilde edinmenizi tavsiye ederim...

Albüm İncelemesi: Nekropsi - 1998


Nekropsi, Türk müzik tarihi açısından son derece ilginç bir topluluk. Aslında 1990'larda ortaya çıkan topluluk ilk albümlerini 1997'de yayınladı. Bazı müzik topluluklarının en önemli şanssızlığı çok iyi albümlerini kariyerlerinin ilk başlarında yapmasıdır. Nekropsi'nin ilk albümleri olan "Mi Kubbesi" işte bu türden bir albüm. Haydi eğri oturalım doğru konuşalım. "Mi Kubbesi" 1970'lerden bugüne bakarsak müzik tarihi için önemli bir albüm olmayabilir ama iş Türk müzik piyasasına gelince Nekropsi'nin ilk albümünün Türk müzik dinleyicisi açısından yeri çok önemlidir. 1990'larda genç olanları etnik, caz, physcodelic rock'un özenli bir harmanlanması ile tanıştırmış, daha yaşlı olanları 1970'lerin Türkiye'sinde yapılmaya çalışılan bu karışımın bir sonraki adımı olarak heyecanlandırmıştı. Bazen daha iyi prodüktörler, daha iyi maddi imkanlar olsa ülkemizde yapılan bazı albümlerin uluslararası müzik piyasasında da ilgi çekeceğini düşünürüm. Ne yalan söyleyeyim "Mi Kubbesi"de benim için öyle bir albümdür işte. Tabii bu arada bir şeyi de unutmamak lazım. 1990'ların Türkiye'sinde böyle bir albümü yapmak kolay iş değildir. Yayıncı bulmak, albüm yayınlamak, albümün finansını yapmak kolay değildi. Hala kolay değil ama sanırım eskiden bunlar çok daha zordu. Tüm bu sebepler bu albümlerin değerini daha da arttırır. Resmen yokluklar içerisinde yapılan albümlerdir. Bazı şeyleri eleştirirken, bazı şeylerin hakkını da vermeliyiz.

Neyse... Nekropsi ilerleyen yıllarda kadro değişiklikleri yaşadı. Gelenler gidenler, tekrar birleşme haberleri. İlk albümden neredeyse 10 yıl sonra 2006 yılında "Sayı 2: 10 Yılda Bir Çıkar" albümünü yayınlarlar. "Mi Kubbesi"nin ilerisinde bir albüm bekleyen müzik dinleyicileri ilk dinleyişte albüm için olumsuz beyan ederken, 10 yıllık albümsel aranın ardından farklı bir şeyler deneyen topluluğa daha olumlu yaklaşan müzikseverler de oldu. Beklentileri karşılamak için müzik yapmak yerine, gönüllerinin istediğini yapmışlardı muhtemelen. Daha fazla elektronik öğe ile süslenmiş farklı bir albüm. Sanırım bir çok müziksever yaklaşık 10 yıllık zaman diliminde yayınlanan 2 albüm için dinledikçe farklı düşünür hale gelmiştir. Yıkıcı eleştirileri göz ardı ederek tarafsız bir kulakla albümü dinlediğim zaman müzikal değişim için olumsuz bir şeyler söylemem güç.

Çok yapılan bir espri ama buraya da taşıyalım. 10 yılda bir çıkar düsturunu bir kenara bırakarak topluluk üçüncü albümü de yayınladı. Albümün yayın haberini burada vermiştik. Albüm yayınlandı ve tabii ki edindim hemen. Albümün tanıtımında topluluğun diskografisini oluşturan iki albüm arasında bir halka olacağı izlenimi vardı bende. Amerikalıların "missing link" dedikleri şey var ya. Belki dilimize kayıp halka olarak çevirebileceğimiz bir deyim. 1998, tam anlamıyla öyle bir albüm diyebilir miyiz, bilemiyorum. Haydi ilk önce şarkı listesini verelim.

Harf Devrimi 1998
Kusmuk
14
Mecidiyeköy
Ebo 1998
Heidi
Düşük Amper
Avi ( Kısa )
Ara
Bağlama
Ateis 1998
Crying Game 1998

Albüm için bir şeyler yazmak gerçekten güç. Bir şekilde taraflı şekilde yazacağım. Albümle ilgili orada burada çok farklı yazılar okuyacağınıza eminim. "Mi Kubbesi"ne bakarak albümü acımasızca eleştirenler çok fazla. Ben albüm ilk duyurulduğunda ikinci bir "Mi Kubbesi" beklemeyenlerden olduğumdan, albümün elektronik öğeleri bol bol içeren, yer yer aksak yerel  ritmlerin bulunabileceği, etnik öğelere selam çakan, free-jazz'a atıfları bol bir albüm bekliyordum. Ne yalan söyleyeyim, beklediğimi aldım. 1998 benim açımdan bir başucu albümü olmayacak. Farklı kulvarlarda aradığımı daha fazla bulduğum albümler var. Ancak acımasızca yerin dibine batırılacak bir albüm olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Bence tıpkı "Sayı 2: 10 Yılda Bir Çıkar" albümü gibi tarafsız kulaklara hitap edecek bir albüm yapmış Nekropsi....

Bu yazdıklarıma göre Nekropsi'ye benim görüş açımdan bakanlar için albüm alınması gereken bir albüm. Müzik için benim zihniyetimde var olmayan die-hard albüm fanları için zorlu bir dinleme deneyimi sunacak bir albüm, 1998. Ne olursa olsun tarafsız şekilde ve "Mi Kubbesi"nin gölgesinden çıkarak bir kulak kabartmanızı tavsiye ederim.

Ali Yılmaz- Son Durum CD'sine Bir Göz Atalım!


Albüm kapağında sazı görünce bu yazıyı okumaktan vazgeçecek sabit fikirli okuyuculara sahip olmadığımız için bu CD'yi kendi bloğuma konuk etmeye karar verdim. Ülkemizde son günlerde müzik piyasasında yaşanan tartışmaları hepiniz biliyorsunuzdur. Böyle saçma sapan işlerle uğraşan insanların nasıl müziksever olduğunu anlamakta bazen zorlanıyorum. Benim için konu çok açıktır; hiç kendimi üzmem. Bir albüm, ruhuma hitap ediyorsa müzik tarzına hiç bakmam. İster İskandinavya'nın sisler içerisindeki fyordlarını çevreleyen ormanlardan süzülsün, isterse Afrika çöllerinde deve sırtındaki bedevilerin güneş enerjisi ile beslenen gitar amplilerinden (böyle şey mi olur demeyin örnek Tinariwen)  süzülsün, isterse hiç görmediğim coğrafyalarda, ismini bilmediğim enstrümanlarla yapılsın müziğin ruhu varsa, benim için sorun yok. Dinlerim... Zaten neredeyse dört seneyi bulan Stereo Mecmuası birlikteliğinde her türlü zorluğa rağmen ayakta durmamızın sebebi benim gibi düşünen insanların verdiği desteklerdir.

Ali Yılmaz, benim hiç duymadığım bir isimdi. Albümün duyurusunu burada yapmıştık. Bende merak ediyordum doğrusu. Albümü edindim ve keyifle dinledim. Benim halk müziğimizle alakalı engin bilgilerim yok ama özellikle Alevi türkülerine kafayı takıp araştırmalar yapmıştım. Bu söylediğimi yaptığım dönemlerde çok sıkı bir ekstrem müzik dinleyicisiydim. Sanırım bu ilgimin başlangıcı Ankara gezisinde olmuştu. İsminin TOBAV olduğunu hatırladığım bir lokale gitmiştik. Orada duyduğum melodiler beni çok etkilemişti. Zaten sonrasında fırsat buldukça Sabahat Akkiraz, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek gibi isimleri öğrenmiş ve dinlemeye çalışmıştım. O yıllardan günümüze inişli çıkışlı grafiklerle de olsa araştırmalarıma devam ediyorum. THM ile alakalı şu an bile söyleyebilecek fazla sözüm yok, dinlediğim albümlerle ilgili sadece hissettiklerimi yazabilirim.

Haydi isterseniz Ali Yılmaz'ın hayatına bir göz atalım. Hikayesi çok ilgi çekici. Hemen özetleyeyim, hemşehrim olan Ali Yılmaz, küçük yaşlarda müziğe ilgi duymuş ve darbuka çalmaya başlamış. Babası darbuka çalmasını istemediğinden ona bir bağlama almış ancak kısa süre sonra babasını kaybedince bağlama duvarda asılı kalmış. On'lu yaşlarında eve katkı sağlamak için pavyonlarda ve düğünlerde müzik yapmış. Ondokuz yaşında ise bir arkadaşıyla tartışıp tekrar bağlamaya dönmüş. Daha sonra Ege Üniversitesi Konservatuvarına girmiş son sene okulu bırakıp, ünlü olmak hayali ile İstanbul'a gelmiş. CD kitapçığında bu dönemi çok güzel anlatmışlar; "Bambaşka bir dünya olan İstanbul, İzmir'in yetenekli bağlamacısına hemen kucak açmadığından, başladığı noktaya, pavyon müzisyenliğine geri döndü" Nasıl macera değil mi? Tabii bunu yaşayana sormak lazım aslında. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuvarına girmiş ve İstanbul'da da tanınmaya başlamış. Çok sayıda enstrümanı çalabilen Ali Yılmaz'ın ilk albümü "Son Durum"

Albüm, safkan bir halk müziği albümü değil. Anadolu melodilerinin yanında, Azerbaycan'dan ve Ege'nin karşı tarafından esintiler var. Tüm bunlar melodiler, yapılan aranjmanlar ile farklı enstrümanlar ve tarzlarla birleştirilmiş. Albüme "fusion" diyebilmek mümkün. Esthema'nın Apart From Rest albümünün Türkiye prömiyerini ben yapmıştım hatırlıyorsanız. Tıpkı o albümdeki gibi bu albümde son derece samimi.

Albümde çok sayıda müzisyen görebilmek mümkün. Liste son derece uzun basgitar: Nurhat Şensesli, davul: Volkan Öktem, elektrik gitar: Ayhan Günyıl, perküsyon: Ömer Arslan, trompet: Charles Dawson, tuşlu çalgılar: Özgür Arkun, bakır üflemeliler: Erkut Yılmaz, Klarnet: Bülent Altınbaş (bu arada Kirpi albümünü 6Moons'tan Srajan'a göndermiştim, bayılmış) rhodes: Fırat Özbaylar diye liste uzadıkça uzuyor.

"Açıl Ey Ömrümün Varı"(Anonim), "Anacan" (Ali Yılmaz), "Şen-Ar" (Şenol Arkun, muhtemelen şarkının ismi isim soysiminin baş hecelerinden oluşturulmuş) "Hasret" (Özgür Arkun) albümün ilk dört şarkısı. Daha batılı düzenlemelere sahip bu dört şarkının ardından "Ürüzgar" (Ali Yılmaz) şarkısı benim özellikle ilgimi çekti. Buram buram Ege kokan şarkının ilk bölümündeki piyano bölümü ve arkasından gelen duygu dolu bölümler çok hoşuma gitti doğrusu. Azeri melodileri ile dikkat çeken "Guba'nın Ağ Alması"nın ardından dört telli bağlamanın farklı tonlarını duyabileceğimiz "Özlem" (Göksel Baltagir) benim gibi farklı saz tonlarına alışkın olmayanlara ilginç gelecektir. "İstanbul" (Özgür Arkun) ise tam anlamıyla Ege şarkısı. Şarkı mübadele ile alakalı duygularla yazılmış.

Bu noktada hemen bir parantez açayım. Çoğu İstiklal Harbi sonrasında başlayan mübadele döneminde herkes İstanbul'dan giden Rumları, Selanik'ten gelen Türklerin hikayelerini ön plana çıkartıyor. Ancak olay bununla sınırlı değil. Anadolu'nun her yanından giden Rumlar ve bugün Yunan Adaları olarak tabir edilen adalardan gelen Türkler işin içerisine girince olayın boyutları büyüyor. Sadece bu değil, her iki toplum çok uzun zaman kendi halklarında da kabul görmemiş. Bu da ayrı bir trajedi.

Çocukluğumda bu olayları anlamazken Yunanlılar hakkında ne düşüneceğimi bilememiştim. Hemen iki örnek vereyim. Çocukken, Rodos adasına gittiğimizde yaşlı Rum amcalar Yaşar'ın (hiç görmediğim dedemin ismi) torunları gelmiş diye beni ve kardeşimi öperlerdi. Babamla kucaklaşırlar ve her gittiğimiz yerde bizi sevgiyle karşılarlardı. Bazende olumsuz olaylar yaşadığımız olurdu. Bir gün dedemin mezarını ziyaret etmek için taksiye binmiştik. Yolun ilerleyen kilometrelerinde babam Türk mezarlığına (Rodos'taki) doğru dön dediğinde taksici ıssız bir arazide bizi arabasından indirmişti. Sebebini merak ediyorsanız, Türk mezarlığına gitmezmiş. Sadece bu değil, Türkiye'den geldiğinizde ilaçlı su dolu havuzlardan adalara girmek zorundaydınız. Sebebi mi; Türk toprağı mikroplu olabilir, dezenjekte etmek gerekli. Pasaport kontrol noktalarında Türk pasaportu olduğu için annemin saatlerce tutulması, buna kızan babamın görevlilerle her defasında Rumca kavga edip, kafalarına pasaportunu çarpması. Bir yanda bunlar, bir yanda her gittiğimiz yerde bizi dostça kucaklayan Rumlar. Bir çocuğun zihninde tüm bunların nasıl bir kavram karmaşası oluşturduğunu sizlere anlatamam. Nefret mi edeyim, seveyim mi? Seneler sonra insanların hepsinin iyi hepsinin kötü olmadığını, toplulukları şahıslar olarak ele almak gerektiğini anlamıştım. Tüm bunları yazdım ama sayfalarca yazabilirim. Size Ege'nin diğer tarafını anlattım, bu taraftan da hikaye çok. Özetlemek gerekirse siyaset, politika gibi şeyler b*ktan şeyler.

Albüme dönelim, Sarhoş'un ardından (Arif Sağ) Zeybek Potpuri geliyor. Bu şarkı tüm albümde benim favori şarkım oldu. Daha geleneksel tarzda çalınan 3 zeybekten oluşturulmuş potpuri insanın ruhunu okşuyor. Bir Egeli olarak bu bize özgü bir şey mi bilemiyorum. Hiç durmadan üflenen zurnalar ve bağlama ile aynı hatları izleyen davul harika. Gerçekten çok çok beğendim.

Albümün kaydı hiç fena değil. Şarkıların keyfine diyecek bir şey yok. Bu tarz fusion çalışmalar arttıkça halk müziğinin daha geniş kitlelere yayılacağını düşünüyorum.

notlar:
1- Ali Yılmaz'ın bir lakabı varmış, Motor Ali. Sanırım saz çalma performansı sebebi ile verilmiş bir lakap. Aşağıdaki videoda bir televizyon programından "Haydar Haydar" performansı var. Saz çalanlar arasında bu ezgileri çalabilmek mezuniyet belgesi gibi bir şey. Çalabiliyorsanız saz çalabiliyorsunuz demektir.
2- Ali Ekber Çiçek ismini andık, ruhu şad olsun.
3- Rodos'u özledim, gidesim geldi. Seneye artık...
4- Gerisi kendiliğinden gelir! Bu nereden çıktı derseniz Boris Vian yazıma buyrun!

Keith Jarrett / Charlie Haden - Jasmine CD


Bildiğiniz gibi son haftalarda Keith Jarrett ve Charlie Haden ikilisinin yeni albümlerinin haberlerini duyuruyoruz. Çeşme tatili dönüşü bugün ilk iş hemen albümü edindim. Aslında aklımın bir köşesinde acaba albümün plağı basılır mı diye bir soru vardı. Bunun en önemli sebebi ECM plak şirketinin seneler sonra yeniden plak basmış olmasıydı. Stereo Mecmuası'nın geçtiğimiz aylarda yayınladığımız Müzik Özel sayılarında ECM'in bastığı iki plağı mercek altına almıştık. Bu iki plak Keith Jarrett'in Yesterdays ve Enrico Rava'nın harika New York Days albümleriydi. Linklere basıp albüm eleştirilerini de okuyabilirsiniz tabii ki. Bu arada her iki albümünde plağı ülkemizde bulunuyor. Durum böyle olunca aklımın bir köşesinde Jasmine'in de plağı basılır mı düşüncesi olsa da, dayanamayıp albümün CD'sini alıverdim. Oh! pek de iyi yapmışım. Hemen kafasında benimle aynı soru olan meraklılara da bilgi vereyim. ECM'in açıklanan yakın zamanda yayınlanacak plaklar listesinde Jasmine ne yazık ki yok. Ha sürpriz yaparlarsa onu bilemem tabii :) Plaklardan bahsetmişken hemen yakın gelecekte basılan/basılacak ECM plaklarının listesini vereyim;

ECM 1022 Chick Corea: Return To Forever
ECM 1114 Pat Metheny Group: Pat Metheny Group
ECM 1216 Pat Metheny Group: Offramp
ECM 1360 Keith Jarrett/Gary Peacock/Jack DeJohnette: Still Live
ECM 1420 Keith Jarrett/Gary Peacock/Jack DeJohnette: Tribute

Ayrıca yakın bir gelecekte Keith Jarrett'ın efsanevi The Köln Concert'i (ECM 1064) de tekrar basılacak. Kafanız karışmasın yukarıdaki liste ECM'in yeni 180Gr odyofil baskıları. ECM'in ülkemizde (tabii ki dünyada da) daha eski baskı plakları buluyor. Bunların hem fiyatları uygun ve harika albümler var. Meraklısı kaçırmasın! ECM'in 180Gr plak baskıları (ki, programme of vinyl reissues olarak adlandırıyorlar) sıkı caz severlerin takip ettikleri üzere Jimmy Giuffre 3: 1961 (ECM 1438, bu albümde ülkemizde bulunuyor. Giuffre adını duyduysanız bence kaçırmamalısınız. Satın almamın üzerinden seneler geçmiş olsa da hala döner dolanır keyifle dinlerim) ile başlamıştı ve yukarıda yazdığım Enrico Rava - New York Days (ECM 2064) ve Keith Jarrett – Yesterdays (ECM 2060) ile devam etmişti. Anlaşılan liste zaman içerisinde uzayacak! Merakla bekliyorum...

Gelelim Keith Jarrett ve Charlie Haden birlikteliğine...

İsterseniz albümü sizlere tanıtmadan önce albümle ilgili neden fırtınalar koptuğundan bahsedeyim. Yabancı caz eleştirmenlerini takip edenler, albümün kokusu duyulduğundan beri yazdıkları yazıları okumuşlardır. Aynı şekilde müzisyenleri takip eden benim gibi "fazla" meraklı müzikseverlerde büyük bir heyecan içerisindeydi. Bir çok yerde bu konu nedense es geçiliyor. Biz tam tersini yapalım ve haydi isterseniz 1960'lara dönelim.

1960'ların sonunda Jarrett, Charlie Haden ve benim çok sevdiğim davulcu Paul Motian ile albümler kaydeder. Tabii bu yıllarda müzik dünyasında hemen herkes birbiri ile çalmaktadır, Jack DeJonette'ler, Charles Lloyd'lar... Liste oldukça uzun. Jarrett 1971 yılında Haden ve Motian'ın yanına saksafoncu Dewey Redman'ı da alarak American Quartet'i kurar. 5 yıl süre birliktelikten çok sayıda albüm yayınlanır. 1970'lerde (ortalarında) Jarrett ECM ile anlaşır ve American Quartet yerini European Quartet'e bırakır. Bu dönem benim pek sevmediğim bir dönemdir mesela. Jan Garbarek ile beraber çalışırlar ve Avrupa folk öğeleri işin içerisine girer. Hemen bir virgül koyayım. Burada bir tutarsızlık varmış gibi anlaşılabilir. Ben Avrupa folk müziği seven bir insanım. Özellikle de putperest dönemler benim için özellikle önemli. Tabii her türden okültist ve ezoterik yaklaşımlar da aynı şekilde. Zaten zaman zaman bu konularda pek normal sayılmayacak yazılar kaleme alıyorum. Savall'ın Le Royaume Oublié – La Tragédie Cathare albümü  veya Stille Volk albümleri için yazdığım yorumları okuyanlar bu merak durumunu fark etmişlerdir. Ama Garbarek tarzı veya European Ensemble dönemi folk pek bana göre değil.

Yine nerelere gidiyoruz. Jasmine ile konuya girip pagan folk'undan çıkmak pek normal bir şey değildir sanırım. Eh Stereo Mecmuası'nda ne normal ki?

Neyse... 33 yıllık uzun bir ayrılığın sonrasında Haden ve Jarrett  tekrar bir albüm yapmaya karar verirler. Tam olarak bilemiyorum ancak bu karar 2007 yılında verilmiş olsa gerek. Bazı okuduklarıma göre albüm yapım fikri Haden konusunda çekilen bir belgesel sırasında çıkmış. Hikayeyi tam olarak yakında okuruz sanırım. İkili, albümde standartların seslendirilmesine karar verirler. Şarkı listesi son derece ilginç. Örneğin albümün açılış parçası "For All We Know", 1934 yılında J. Fred Coots tarafından bestelenmiş. Şarkıyı kendi arşivinizde araştırırsanız Dinah Washington, Aretha Franklin, Billie Holliday (Lady In Satin yorumuna dikkat, hoş böyle yazdığımda kendimi Cüneyt Sermet hoca gibi hissediyorum. Tabii onun 1/1milyonu olmak bile önemli bir şey olurdu benim için o ayrı! Ama yazdığım free/avant-garde albüm yorumlarını okusa eminim ki çok kızardı) veya Rosemary Clooney gibi önemli isimlerden bir yorumuna mutlaka denk gelirsiniz. "Body and Soul" keza aynı şekilde. Ella Fitzgerald, Billie Holiday gibi solistlerin yanında çok sayıda caz müzisyeninin defalarca söylediği/çaldığı çok bilindik bir parça. Coleman, McCarthy bestesi olan "I'm Gonna Laugh You Right Out Of My Life", Peggy Lee'nin kendi yazdığı sözlerle zamanında meşhur olan "Where Can I Go Without You" derken liste uzadıkça uzar. En iyisi albüm listesini yazayım. Meraklılar kendi arşivlerinde derinlemesine inceleme yaparlar.

For All We Know
Where Can I Go Without You
No Moon At All
One Day I'll Fly Away
Intro - I'm Gonna Laugh You Right Out Of My Life
Body And Soul
Goodbye
Don't Ever Leave Me

Albüm Jarrett'ın evinde kaydedilmiş. Yazılan çizilenlere göre müzik son derece spontan şekilde gelişmiş. Zaten bir çok melodi tanıdık gibi görünse de, ilk kulak kabartma sırasında hemen anlaşılamıyor. İki usta müzisyen düşük tempolu şarkılarda, gözümüze sokmadan bazen birlikte bazen de tek başlarına çok ilgi çekici bölümler seslendiriyorlar. Birliktelik mükemmel, şarkılardaki yorumlar ilgi çekici. Özellikle "Body and Soul" ve albümün açılış parçası "For All We Know"u dikkatle dinleyince bu yazdıklarıma katılacaksınız. Keith Jarrett'ın standartları seslendirdiği albümlerdeki ortak huzur duygusu bu albümde fazlası ile var. 1970'lerdeki Keith Jarrett ile bugünkü Jarrett arasındaki (özellikle havada uçuşan nota sayısındaki) değişime merakla tanıklık eden müzik meraklıları Jasmine'e de bayılacaklardır. Değişmeyen tek şey Jarrett'ın şarkılar esnasında çıkarttığı sesler. Onu ilk dinlediğim zamanlarda bu duruma pek alışamamıştım. Ama ne yalan söyleyeyim artık sorun etmiyorum. Jarrett mı daha az ses çıkartıyor yoksa ben mi değiştim bilemiyorum :)

Bu arada albümün Jarrett'ın albümü evinde kaydettiğini yazmıştım. Kayıt neredeyse mükemmel. Stüdyosunu çok merak ettiğimi itiraf edeyim.

AK Müzik'in albüm tanıtımlarında yer verdiği bir yorumda Independent on Sunday yazarı Phil Johnson şunu söylemiş; "bu yıl sadece bir albüm alacaksanız o da Jasmine olmalı!" Bu kadar iddialı bir cümle kurabileceğimi zannetmiyorum (zaten yılda bir albüm alma olayını Allah kimsenin başına vermesin) ancak Jasmine bence de alınıp dinlenmesi gereken bir albüm. 60 dakikayı geçen albümle ilgili tek eleştirim kısa olması. Daha ne olsun diyeceksiniz. İkinci bir CD'ye hayır demezdim doğrusu. Şiddetle tavsiye olunur.

Yine uzun bir yazı oldu. Okuduğunuz için çok teşekkürler.

notlar:
1- Uzun yazı okumak istemeyenler için özet: bu albümü almanızı öneririm.
2- Büyük müzisyenleri böylesine albümlerde dinlemek gerçekten çok büyük keyif. Haden ve Jarrett.. Eh daha ne olsun!
3- Albümün ismi aklıma başka bir albümü getirdi; Archie Sheep'in "Yasmina, a Black Woman" albümü. BYG Actuel plaklarını bir ara İtalyan Abraxas şirketi basmıştı. Bir çoğu artık bulunamıyor. Birileri tekrar bassın.
4- Bu önemli bir not. Bir çok albüm tanıtımımızı sanki müzik eleştirmeni veya müzik tarihçisiymişiz gibi okuyup yorumlayan okuyucularımız var. Bendeniz, Hakan Cezayirli de dahil olmak üzere Stereo Mecmuası'nda yazan herkes sadece ve sadece müzik severdir. Tüm yorumlarımız müziği seven insanlardan müziği sevenlere zihniyetiyle yazılmaktadır.
5- Genel özet: Müzik çok güzel şey!

Eski Yazılarımızı Hortlatmaca! Bitches Brew


Miles Davis ismini günümüzde tanımayan yoktur sanırım. Sadece caz müzikle uğraşanlar değil müzik dinleyen hemen herkes mutlaka duymuştur ismini. Meraklılara en sevdiğiniz Miles Davis albümü nedir diye sorduğunuzda cevaplar genelde çok çeşitli olmuyor. Genelde herkesin verdiği cevap “Kind Of Blue” olur. Bana sorarsanız ise 1968-1970 arasındaki dönemdeki kayıtlarını çok severim. 1968 yılından itibaren başlayan Miles Davis'in elektrikli enstrümanlar ile tanıştığı dönem çoğu eski nesil caz eleştirmeni tarafından hiç sevilmeyen hatta nefret edilen bir dönemdir. Müzik dinleyicileri için ise alışılagelmiş Miles Davis müziğinden oldukça farklıdır. Bu yıllarda yaptığı albümleri belki bir çok müziksever dinlememiştir. Neyse konuyu uzatmadan isterseniz önce Miles Davis'in hayatına kısaca bir göz atalım.

1926'da doğan müzisyenin müzik kariyeri daha 16 yaşındayken başlar. Küçük gruplarda çalar ve okula gitmediği zamanlarda üye olduğu müzik kulubünde takılmaya başlar. 17 yaşında Blue Devils ismindeki bir gruba transfer olur. Bu grubun başında Eddie Randle vardır. Daha sonra Tiny Bradshaw grubuna katılır. Bu dönemde Sonny Stitt onu izlemeye almıştır. Soony Stitt müzikseverler arasında fazla tanınan bir isim değildir. Aslında müzik tarihi açısından önemli bir saksafoncudur. Müzik tarihçilerine ve eleştirmenlerine göre Charlie Parker ve Lester Young'ın tarzından etkilenmiştir. Daha sonraki yıllarda kendi sitilini oluşturmuş ve John Coltrane gibi isimleri etkilemiştir. Geçtiğimiz günlerde elime geçen güzel bir 1959 yılı Verve albümünü hazır ismi geçmişken tavsiye edeyim; Sonny Stitt Sits In with the Oscar Peterson Trio (meraklısına not: albümün plağı Speakers Corner tarafından basıldı) Bu dönemde Davis ailesi ile sorun yaşar. Ailesi okulunu bitirmesini istemektedir o ise müzik yapmak. 1944 yılında yaşadığı East St. Louis kentini Billy Eckstine orkestrası ziyaret eder. Bu orkestra caz tarihinde hep büyük orkestraların gölgesinde kalmış olsa da, dönem dönem iyi müzisyenlere okul vazifesi görmüştür. Tamda bu dönemde Dizzy Gillespie ve Charlie Parker gibi iki mühim isim bu orkestrada çalmaktadır. Performans öncesinde Buddy Anderson hastalanınca gruba bir üçüncü trompetçi gerekir ve bulunan isim Miles Davis olur. Profesyonel kariyere bir adım kala ailenin eğitim baskısı galip gelir ta ki 1944 yılının sonuna kadar.

Devamını okumak için tıklayınız

Boris Vian Dinlerken!


Başlığa bakıp şaşıranlarınız olacaktır eminim ki; Boris Vian dinlemek! 39 yıllık kısa ömrüne çok iş sığdırmayı başaran Vian'ın müthiş kitaplarını duymayan yoktur. Okuyan ise sanırım biraz daha azdır. Okuyup anlayan, anlamaya çalışan ise daha da az olabilir. Anlamak derken, üzerinde kafa patlatmaktan bahsediyorum. Kitap okumak böyle bir şeydir ya işte. Okursunuz geçersiniz veya okursunuz sonra bir daha okursunuz, biraz ilerlersiniz, sonra dönersiniz. Bu döngüde kelimeler daha da anlamlı hale gelir. Yavaş yavaş sorgulamalar başlar. Sonra başka kitaplara göz atmak gerekir. Arkasından aynı satırlara geri dönmek. Kısacık bir kitabı bitirene kadar yüzlerce sayfa okumuşsunuzdur.

Benim Boris Vian'la tanışmam nasıl oldu hatırlamıyorum. Herhalde okuldayken gördüğümüz Fransızca edebiyat derslerinde olabilir. Sonra üniversite zamanında tekrar döndüm Vian'a. Bu kez romanların arkasındaki  temellere bakmak, onları anlamak istiyordum. Bu dönemde internet ortalarda olmadığından -daha doğrusu ortalarda olmasına rağmen bilgisel zenginlik yoktu- bir konuda araştırma yapmak için klasik yöntemlere başvurmak gerekiyordu. Kitaplar ve ansiklopediler. Ben yaşlardakiler için ansiklopedinin önemi büyüktür. En büyük bilgi kaynağı onlardı. Hatta gazeteler ansiklopedi vermek için birbirleri ile yarışırlardı. Bilmem kaç kupon biriktirip, ansiklopedi ciltlerini alırdınız. Ansiklopedi derken, öyle üç beş cilt değil, 15-20 hatta daha fazla ciltten bahsediyorum. Herkesin evinde kendi imkanı ölçüsünde öyle veya böyle edinilmiş ansiklopediler vardı. Haliyle kitaplıklar vardı. Bugünkü gibi salonda masa üstlerinde süs niyetine duran az yazılı bol resimli kitaplar ise daha ortalıklarda yoktu. O zamanlar kitaplıkların doğal süsleriydi ansiklopediler.  Bazıları için ise gerçek bilgi kaynaklarıydı. Sanırım zihniyetler pek değişmiyor sadece araçlar değişiyor. Bu arada konuyla ilgili aylar önce burada biraz karalama yapmıştım.

Ansiklopedilerden faydalanan insanlar zaman içerisinde ansiklopedilerin kendi arasında farklılıklarını görmeye başlar. Ülkemizde en popüler olan ansiklopediler Larousse ve Britannica olmuştur hep. Örneğin Vian'a baktığınızda haliyle Fransız kaynaklarında çok daha zengin bir içerik bulabilmeniz mümkündü. Bugün internette çok farklı değil (hemen Wikipedia demeyin, o da anglo-sakson kökenli ne de olsa)  Ancak 1990'larda Fransızca daha yaygın, daha saygın bir dildi. Bugün ise İngilizce karşısında ne yazık ki, eskisinden daha kötü durumda. Bunun sosyo-kültürel bir sürü sebebi var, şimdi bunları tartışmaya gerek yok sanırım.<

Nerede kalmıştık. Ah evet, Vian.

Fransızların Pataphysique dedikleri dilimize muhtemelen Patafizik olarak çevrilen terim ile yolumuza devam edelim. Öbür türlü Vian'ı dinlemek konusundan uzaklaşmak bir yana asla asıl konuya gelemeyebilirim. Ancak kısaca Patafiziğin ne olduğuna bir bakalım. Çok temel anlatımla, resimsel çözümlerin bilimidir, örneğin bir nesneyi onun fiziksel özellikleri ile değil, diğerlerinden farklılıklarını sembolize ederek anlatmaya çalışır. Patafizik ilk adımda edebiyatı etkiledi ki, Vian'da bu gruptadır. 1960'larda ise popüler kültüre önemli yansımaları oldu. Müzik alanında John Cage bu yansımaları görebildiğimiz bir isim. John Cage, hatırlayacağınız gibi son zamanlarda bol bol bahsettiğim ve deneysel, avantgarde müziği derinden etkilemiş bir isim. Patafizik konusunda çok fazla Türkçe kaynak bulabileceğinizi zannetmiyorum. Ama internet üzerinden güzel makalelere ulaşabilirsiniz. Bonus olarak Dadaizm hemen arkasından sürrealizm konularına bir göz atmak faydalı olacaktır. Aslında en güzeli konuyu en baştan ele almak. Günümüzde sanat, düşünce akımlarını okuyabileceğiniz Türkçe kaynak sayısında bir miktar bir artış var. Ancak kitap dünyasında (satış, pazarlama yani kısaca endüstriyel anlamda)  da müzik de olduğu gibi bence geriye gidiyoruz.

Vian'ın hemen her konuya el attığından bahsetmiştim yazının başlarında. Romanlarını zaten bir çoğumuz okumuşuzdur. "J'irai cracher sur vos tombes" (Mezarlarınıza Tüküreceğim), "L'Écume des jours" (Günlerin Köpüğü) "L'automne à Pékin" (Pekin'de Sonbahar) "Les morts ont tous la même peau" (Ölülerin Derisi Hep Birbirine Benzer) bir çırpıda yazdıklarım ve sanırım en bilinenler. Benim için "Günlerin Köpüğü)"nün önemi bambaşkadır. Vian'ın romanları haricinde el atmadığı alan yok gibi. Denemeler, şiir, dolaylı (tam anlamıyla dolaylı da sayılmaz) yoldan da olsa sinema, tiyatro, liste uzar gider... Ancak "Mezarlarınıza Tüküreceğim"in ardından yaşananlardan sonra farklı alanlara da kaymıştır. Sebebini anlamak için romanı okumanız yeterli. Romanı, yazının ilk başlarında yazdığım şekilde, okumuş olmak için okursanız, romanda olup bitenler sizi sinirlendirebilir hatta -eğer bitirebilirseniz- kitabın sonunda, Vian'a sağlam küfretme olasılığınız vardır.  1940'ların sonunda bu romanı okuyanlar kimbilir neler düşünmüşlerdir. Sonunda kitabın satışının önünde engeller çıkartılır ve yayınevi dolayısıyla Vian'a para cezaları yağdırılır.

Sonunda konuya gelebildik. Yani galiba :)


Vian, 1940'larda caz müzikle alakalı yazılar kaleme almaya başlar. Bu yazılar kalburüstü müzik dergilerinde yayınlanır. Jazz Hot ve Jazz News iki önemli dergidir. Ayrıca yine aynı dönemde Fransız Philips plak şirketinin sanat yönetmenliği yapar. Fransız müzisyen Henri Salvador, Vian için "cazın aşığıydı, caz için yaşardı, kendisini en iyi cazla anlatırdı" der. Ölümünden kısa bir dönem önce Fransız yeni klasiğinin önemli ismi Darius Milhaud ile birlikte bazı çalışmalar yapmıştı. Bu arada Milhaud demişken, biliyorsunuz yapıtları Fransa'da Charlin Records tarafından yeniden basılıyor. Charlin ismi pek tanınan bir isim değil. Stereo Mecmuası'nın klasik absürdlüklerinden bir tanesi olarak André Charlin ile ilgili bir makaleyi sitemizde yayınlamıştık. Şiddetle buradan bir göz atmanızı öneririm. Sonuç olarak II. Dünya Savaşı öncesinde Fransız toplumunun caza olan ilgisi gibi, Vian'da da son derece yüksek bir seviyedeydi.

Savaşın başlamasıyla ortaya çıkan Zazou hareketi ile de alakası olduğunu biliyoruz. Zazou neyin nesidir diye soracağınıza eminim. Aslında çok ilginç bir akım. Belki de alt kültür denilebilir. Almanlar Fransayı işgal ettiklerinde özellikle Vichy Fransa'sında başlayan ve daha Amerikan cazı dinleyen, bu müziği dinleyenlerin oluşturduğu kulüplerde buluşan ve son derece acayip kılık kıyafetleri olan bir alt kültür oluşumuydu. İşgal döneminde akım ülkenin kuzeyine doğru da genişlemişti. Rengarenk ve dönemine göre acayip kıyafetler giyen insanlar caz kulüplerinde çılgınlar gibi dans ediyorlardı. Zaman içerisinde Zazou akımı daha bohem bir şekle bürünür. Bunun en büyük sebebi Fransa'da milliyetçilerden aldıkları tepkilerdir. Ben şahsen Zazou'ları birazcık hippie'lere benzetiyorum. Öyle veya böyle Zazou'lar Fransız cazının gelişmesinde çok önemlidirler. Bu arada aklıma gelmişken Montmartre'de filizlenen caz ile alakalı, Stéphane Grapelli - A Life In The Jazz Century belgeselinde çok güzel bilgiler bulabilirsiniz ki bizzat Grapelli kendisi anlatıyor o günleri. Stéphane Grapelli bildiğiniz gibi Django Reinhardt ile birlikte kurdukları "Quintette Du Hot Club de France" grubuyla savaş öncesi ve hatta sonrasının en önemli Fransız caz grubuydu.

Konu yine dağılıyor. Haklısınız.

Müzik ve Vian birbirlerinden ayrılmaz bir ikiliydi. Asıl ilginç olan Vian'ın trompet çalmasıydı. Annesinin piyano ve arp çalmasının, Vian'ın müziğe yaklaşması ile doğrudan alakası olduğu bir gerçek. Vian'ın caz arenasında müzisyen olarak yer alması Saint-Germain-des-Prés semtindeki "Le Tabou" isimli minik kulüple olmuştur. Kısa zamanda şehrin en önde gelen kulübü haline gelen "Le Tabou" bir yandan da her türden meraklıların buraya akın etmesi ile cazın yanında farklı alanlarda da öne çıkar. Varoluşçular bir yanda tartışırken, ilerleyen yıllarda sahnelerde gözükecek isimler ilk adımlarını burada atmaya başlarlar ki, en önde gelen isim Juliette Greco'dur.. Sayfa boyunca resimlerini gördüğünüz "Ah ! Si j'avais un franc cinquante" (Ah! Bir buçuk frank'ım olsaydı diye çevirsem daha anlaşılır olacaktır diye umuyorum) plağının adını Vian'ın  "Le Tabou" kulübü için yazdığı ufak bir dizeden alır. Herhalde, bir içki daha içebilmek için bir buçuk frank :) Daha sonra farklı kulüplerde çalmaya devam eder, savaş sonrası Charlie Parker, Miles Davis ve özellilkle Duke Ellington gibi Amerikalı caz müzisyenlerinin konserler düzenlemesi için yardım eder ve müziği ülkesinde sevdirebilmek için sayısız yazı ve eleştiri yazar. Bu arada II. Dünya Savaşını yaşamış bir insan olarak savaştan nefret etmiştir. Fransa'nın özellikle Hindiçini arkasından da Cezayir'de savaşa girmesine karşıdır. "Le déserteur" (Askerden kaçan, kaçak) şarkısı büyük ses getirir ama başı yine dertten kurtulmaz. Ömrünün son dönemlerinde ise yukarı paragrafta yazdığım gibi Darius Milhaud ile çalışır. Onun için bazı pasajlar kaleme alır.


Vian'ın çok bilindik bir sözü vardır, Sadece iki şey vardır; güzel kızlarla aşk, her şekilde aşk; bir de New Orleans veya Duke Ellington'ın müziği. Geri kalan her şey gitmeli, çünkü geri kalan her şey çirkindir... İşte bu söz "Ah ! Si j'avais un franc cinquante" ve diğer plaklarını anlatıyor. İlk dönemlerde Vian, Claude Abadie ile birlikte çalmıştır. Claude Abadie hakkında çok fazla bilgi yok elimde. Klarnet çaldığını ve "Le Tabou" caz grubuna önderlik ettiğini biliyorum. Sanırım o dönemlerde 30'lu yaşlarında olması lazım, hatta Vian'dan 3 yaş büyük olmalı, tam hatırlamıyorum. Bu dönemde kardeşleri Alain ve Léilo da bu grupta müzik yapıyordu. Daha sonra Vian, "Le Tabou" topluluğunun lideri olur.

Buradaki en büyük dilemma şudur. Vian ismi büyük bir isimdir. Edebiyatın yanında Fransız caz piyasasında da. Müzisyenliğini bir kenara bırakırsak eleştiri yazıları ile Fransız sahnesine yön verebilme yetisine sahipti. Soru şu, acaba iyi müzisyen olduğu için mi müzisyenler onunla çalışıyorlardı yoksa Vian olduğu için mi? Yazılan çizilen göre Vian isminin bu noktada çok önemli olmadığı. Onun müzik adına fena olmayan fikirleri vardı ve o dönemin yeni gelişen Fransız caz dünyasında müzisyenlerin birlikte çalmak isteyecekleri bir isimdi.

Albümde Whispering, Basin Street Blues, Time's A Wainstin, Sweet and Be Bop ve Rose Room Paris'te 1947 yılında kaydedilmiş. 1947 kaydında trompette Boris Vian, alto saksafonda Hubert Fol, tenor saksafonda Guy Montassut, piyanoda Raymonde Fol, gitarda Roger Karakussian ve Claude "Doddy" Leon davul. Rosetta, Que Reste T'ill De Nos Amours, I've Found A New Baby, Hoenysuckle Rose ise 1944'de Paris'te kaydedilmiş. Bu kez Boris Vian kornet çalıyor. 1944 kaydında ise klarnette Claude Lutter, tenor saksafonda Jef Gilson, piyanoda Jean Marty, basta Alix Bret ve davulda Georges Leclerc var.

Kısaca müzisyenlere bir bakalım isterseniz. Hubert Fol, çeşitli üflemeli enstrümanları çalabilen bir müzisyen. Kardeşi Raymond ile birlikte Fransız bebop ve swing müziğinin kalburüstü müzisyenlerinden bir tanesi. Savaş sonrasında Django Reinhardt orkestrasında isimlerini duyurmuşlar. Guy Montassut çok fazla kaynak bulunabilecek bir isim değil. Saint-Germain-des-Prés'teki yeni bohem hayat içerisinde ortaya çıkmış, eşlik etmekten fazla ileriye gidemeyen bir isim. Zaten Vian grupları haricinde çalışması yok. Raymonde Fol ise uzun zaman Fransız caz dünyasında görülmüş bir piyanist. Sanırım ilk çalıştığı isimlerden bir tanesi Boris Vian. Daha sonraki yıllarda kendi gruplarını kurmuş ve en önemlisi kardeşi ile Django Reinhardt orkestrasında çalışmış. En bilindik albümü herhalde Jazz In Paris - Les 4 Saisons. Bu albüm Vivaldi'nin Dört Mevsiminin caz aranjmanı (aslında daha çok çeşitlemesi) yapılmış versiyonu diyebiliriz. Gitarist Roger Karakussian ise Quintette Du Hot Club de France'ın ritm gitar anlayışını benimsemiş bir müzisyen. Yine "Le Tabou" döneminin bohem isimlerinden bir tanesi. Vian sonrasında ortadan kaybolup gidiyor. Davulcu Claude "Doddy" Leon'da hareketli Saint-Germain-des-Prés caz hareketinde çeşitli kulüplerde çalmış bir isimdi. O da fazla tanınmaz.


1944 yılındaki kayıtlara kısaca göz atmak gerekirse. Jef Gilson'ın asıl adı Jean-François Quiévreux'dür. Aslında bu müzisyen üzerinde biraz durmak lazım. Lloyd Miller ve Hal Singer gibi müzisyenlerle çalışma fırsatı da bulan Jef Gilson, ilerleyen yıllarda özellikle 1960'larda kendi grupları ile Fransa'da bayağı popüler olmuş. Hatta Stereo Mecmuasında sık sık bahsettiğimiz Magma'dan Cristian Vander yaptığı bazı çalışmalar var. Jean Marty ve Georges Leclerc hakkında ise fazla bilgiye ulaşmak mümkün değil ne yazık ki.  Alix Bret ise ilk dönemlerde bebop çalarken ilerleyen yıllarda Manouche müziği çalmaya başlamış ve çok önemli olmayan gruplarda bası ile görülmüş. 1944 kaydındaki en önemli isim hiç kuşku yok ki, Claude Lutter. Soprano saksafon ve klarnet çalabilen müzisyen 1940'ların sonunda özellikle Sidney Bechet ile çalma imkanı bulmuş. Hatta bir çok Avrupa konserinde ona eşlik etmiş. Bir süre de Barney Bigard ile birlikte çalışmış. Aslında mantık olarak baktığınızda 1944 kadrosunda iyi müzisyen ve soloistler var. Zaten Rosetta, Que Reste T'ill De Nos Amours, I've Found A New Baby, Hoenysuckle Rose şarkılarında bu durum bariz şekilde fark ediliyor.

Albüm yukarıda yazdığım gibi 1940'ların Amerikan caz akımlarından son derece etkilenmiş müzisyenlerin çaldığı bir albüm. Yaratıcılık, önemli sololar veya ilginç aranjmanlar yok. Aranjmanlarda bariz şekilde Django Reinhardt ve Quintette Du Hot Club de France etkisi var. Albümün en ilginç şey Whispering şarkısında Ah ! Si j'avais un franc cinquante için yazılan dizeler. Tabii o yıllarda caz müziğinin Avrupa'daki yansımaları, 1944 gibi savaşın devam ettiği bir dönemde yapılması ve erken Fransız caz müziğine bakış atmak açısından ilgi çekici bir deneyim olduğu gerçek. Etkiyi arttırmak için Mezarlarınıza Tüküreceğim okunurken dinlenmesi ise tavsiye olunur.
Meraklısına içerik,

Boris Vian et son orchestre avec Claude Luter - Ah ! Si j'avais un franc cinquante  (CBS 63313)

A Yüzü
Whispering (Shonberger - B.Vian)
Basin Street Blues - (S. Williams)
Rose Room - (Wick - Williams)
Time's A Wainstin' (M. Ellington - T.Pearsons)

B Yüzü
-Sweet and Be Bop (A.Jeffries)
-Rosetta (E. Hines - H.Woode)
-Que Reste T'ill De Nos Amours (C.Trenet)
-I've Found A New Baby (Williams - Parker)
-Honenysuckle Rose (F.Waller - A.Razaf)

Bu albümle ilgili yazı yazmanın tek sebebi Vian'dan bahsetmektir. Yazarın müzisyen kişiliği ile ilgili dilimizde fazla bir bilgi olmaması sebebi ile bu yazımın bir gün birilerinin dikkatini çekip, yararlanabileceğini umuyorum. Yine çok uzun bir yazı oldu, okuduğunuz için teşekkürler. Aşağıda Le Tabou'nun mottosu Ah ! Si j'avais un franc cinquante şarkısını dinleyebilirsiniz.

not: Ortada son derece sarkastik bir durum yok değil. Farkındayım. Bu arada sarkastiğin Türkçesini yazayım dedim ama alaycı olarak çeviriliyor. Kastım o olmadığından orijinalini kullandım. Bu durum yazınsal anlamda biraz absürd oluyor kabul. Nietzsche gibi anlatmak için hangi dilde ihtiyacını hangi kelime karşılıyorsa onu kullanmak  yaklaşımını benimsiyorum. Vian albüm eleştirisi yayınlamak nasıl tanımlanır ki başka :) not 2: yazımda bahsettiğim albüm bulunmaz hint kumaşı tadında değil. Özellikle Fransız ebay'i başta olmak üzere merak edenler çok uçuk olmayan rakamlara edinebilirler. not 3: bu plağı seneler önce hediye eden arkadaşıma teşekkürler. O kendini biliyornot 4: yeni nesil Türk internet kullanıcısı için konunun özeti: Boris Vian candır!not 5: Nietzsche'den kazara bahsedince ve alt alta maddeler yazınca dayanamayıp bir şey yazmam lazım. Daha fazla bilgi için Der Antichrist'in yasa bölümü! gerisi kendiliğinden gelir!

Deutsch-Amerikanische Freundschaft


Deutsch-Amerikanische Freundschaft, benim son zamanlarda kafayı fena taktığım ilginç bir Alman grubu. Grubun müziğini tanımlamak güç. Allmusic kullanıcıları, Electropunk, NDW, Industrial music olarak tanımlıyor. Tanım bayağı karışık oldu. Ben ise elektronik-punk derim kısaca. Hemen bir kaç parantez arası bilgi. NDW, Neue Deutsche Welle yani "Yeni Alman Akımı" anlamına geliyor. Aslında bu tanım sinema içinde kullanılıyor ama müzikte punk, rock yapan grupların endüstriyel öğelerle birleşmesi olarak açıklanabilir. Bu akım oldukça dallanıp budaklanıyor ki, Kraftwerk'te bu türün öncülerinden bir tanesi. Ancak Deutsch-Amerikanische Freundschaft (D.A.F.) daha çok türün punk tarafına yakın. Grup aslında oldukça eski, 1978 yılında kurulmuş. Vokallerde Gabriel "Gabi" Delgado-López, davul ve elektronik enstrümanlarda Robert Görl, yine elektronik enstümanlarda Kurt "Pyrolator" Dahlke, bas gitarda Michael Kemner ve gitarda Wolfgang Spelmans topluluğun kurucu ekibi. Daha sonraki yıllarda Chrislo Haas, Kurt Dahlke yerine topluluğa katılmış.

Topluluğun ismi Alman-Amerikan Arkadaşlığı anlamına geliyor. Bu ismin seçilmesindeki sebep DSF yani East German Deutsch-Sowjetische Freundschaft (Doğu Alman-Sovyet Arkadaşlık Cemiyeti) ile dalga geçme amacı da taşıyor. Bu arada o yıllarda malum Almanya ikiye bölünmüş durumdaydı. Deutsch-Amerikanische Freundschaft, Batı Alman bir topluluk. Topluluğun diskografisi şu şekilde;

1979 Ein Produkt der Deutsch-Amerikanischen Freundschaft
1980 Die Kleinen und die Bösen,
1981 Alles ist gut
1981 Gold und Liebe
1982 Für immer
1986 1st Step to Heaven,
2003 Fünfzehn neue D.A.F-Lieder

Ben, "Die Kleinen und die Bösen", "Alles ist gut" ve "Für immer" albümlerinin plaklarını bulup almıştım. Zaten yukarıda resimdekiler bendeki plaklar. Diğer albümleri de edindim ama plaklarına sahip değilim. Şimdilik...

Topluluğun müziğini anlatmak gerekirse Kraftwerk'in elektronik öğelerinin bir kısmını alıp, Krautrock ve punk ile karıştırın. Üzerine kafa karıştırıcı (çoğu zaman tekrar eden) sözler ekleyin. Ortaya Deutsch-Amerikanische Freundschaft'ın müziği çıkmaya başlar. Bu arada ilk üç albümden başta "Alles ist gut" mutlaka edinilmeli. Arkasından Die Kleinen und die Bösen ve debut albümü alınabilir. 1980'li yıllarından başından itibaren (aslında Alles ist gut sonrası) elektronik öğeler artıyor. "Alles Ist Gut" gerçekten evlere şenlik, Sato-Sato, Der Mussolini ve Rote Lippen şarkılarında (A yüzünün ilk 3 şarkısı) nakavt olmazsanız topluluğu kesin seversiniz. Der Mussolini'nin canlı performansını Dailymotion'da buldum, videosunu aşağıda seyredebilir. Ufak da olsa bir fikir sahibi olabilirsiniz. Bu şarkı yüzünden Almanya'da başı bayağı ağrıyan topluluk zaman içerisinde tarzını pek değiştirmemiş. Hatta Fünfzehn neue D.A.F-Lieder albümünde bu kez Amerika'ya bayağı çatıyorlar.

Topluluğun diskografisini araştırırken eğer single'lara girişirseniz olayın içinden çıkabilmek mümkün değil. Yapılan remix, yeniden düzenlemenin gerçekten hesabı yok. Krautrock seviyorsanız, punk ile alakanız varsa, tüm bunlar dinleyip Kraftwerk'e burun kıvırmıyorsanız (Kıvırmayın zaten çok ayıp, şaka şaka!) D.A.F dinleyerek keyifli vakit geçirebilirsiniz. Bu arada Rammstein gibi toplulukların köklerini arıyorsanız yolunuz bu delilerle mutlaka kesişecektir. Meraklısına bulunmaz bir hazine...

Islak Köpek - CD


Geçtiğimiz günlerde Timpani etkinliklerinde Islak Köpek ismini gördüğümde hem şaşırdım, hemde İstanbul'da olmadığım için hayıflandım biraz. Kendi bloğumun okuyucu kitlesini göz önüne alınca Timpani ne diye soranlar çok fazla olacaktır. Ülkemizde hifi sektöründe faaliyet gösteren önemli firmalardan bir tanesi diyerek kısa bir özet geçebilirim. Ancak firmanın hifi meraklılarından ziyade müzik meraklılarını ilgilendiren ilginç etkinlikleri de oluyor. Hifi ile alakanız yoksa bile sitelerine arada sırada bakmanızı tavsiye ederim. Daha fazla ayrıntı için buraya tıklayabilirsiniz. Bu arada etkinlikleri haberler bölümlerimizde de yayınlıyoruz. Meraklısına duyurulur.

Neyse konumuz Islak Köpek. Haydi bir itiraf ile başlayalım aslında grubun 2008 tarihli albümü benim gözümden kaçmıştı. Birgün Sn. Tansu Özyurt ile yazışırken albümden haberim oldu. Tabii ki bir şekilde edindim.  Bu albümde uzun zamandır yazılacaklar listemdeydi. Bugün taslak metni alıp geliştirmeye başladım ve bitmiş halini şu an okuyorsunuz. Son 2 aydır kafamı toplamak için fazla zamanım olmadı. Bir sürü taslak metin var ama elden geçirilmeleri gerekiyor. Bu yaz tatilde olmadığım zamanlarda S.M. okuyucularını yazı bombardımanına tutacağım.

Islak Köpek'in albüm tanıtımında şunlar yazıyor,

Türkiye’nin deneysel müzik topluluklarından olan Islak Köpek, Korhan Erel, Şevket Akıncı, Volkan Terzioğlu ve Volkan Ergen'den oluşan orijinal kadrosu ile ilk konserini 2005 yazında verdi. Galataperform ve Jazz Cafe'de verilen bir dizi konserden sonra, 2006'nın Ocak ayında Dirk Stromberg ve Robert Reigle kadroya katıldı. Altı kişilik topluluk Galataperform'da düzenli olarak konser vermenin yanı sıra başka mekanlarda da çaldı ve bir takım kayıtlar yaptı. 2006 yazında Volkan Ergen farklı müzikal projeler gerçekleştirmek üzere gruptan ayrıldı. Beş kişilik grup 2006 Haziran ayında Transit Doğaçlama Günleri’nde çaldıktan sonra (Le Quan-Ninh, Kirstie Simpson, Talin Büyükkürkciyan, ve Yanaël Plumet ile) Eylül 2006'da Akbank Caz Festivali kapsamında bir konser verdi.

Islak Köpek, Mayıs 2006'dan bu yana Açık Radyo 94.9’da düzenli olarak özgür doğaçlama ve özgür caz üzerine Öteki Caz adında bir program yapıyor.Grup üyeleri değişik kombinasyonlarda, başka sanatçılarla birlikte Türkiye, Hollanda, Romanya, ve Polonya'da konserler verdi. Türkye’nin önde gelen kültür ve müzik araştırmacılarından Halil Turhanlı’nın ifadesiyle “Yolculuk eden kültürler” kavramından hareketle oluşturulmuş bu albümdeki parçalar 2006 ilkbaharında Bilgi Üniversitesi ve Galata Perform'daki etkinliklerde canlı olarak kaydedildi. Özgür caz, özgür doğaçlama ve ötesi adına aradığınız ne varsa bu CD'de bulacaksınız!

Evet albüm tanıtımında yazanlar bunlar. Şimdi gelelim CD'ye.

Sanırım en son Akıncı, Baylan, Küçükyıldırım, Reigle albümü Century'nin yorumlarında free-jazz ve emprovizasyon  ile alakalı  bir kaç cümle yazmıştım. Aslına bakarsanız ülkemizde bu tarz müziği dinleyen geniş kitleler yok ve Stereo Mecmuası'nda yayınladığımız bu tarz yazıların çok geniş kitlelere hitap etmediğinin de farkındayım. Stereo Mecmuası'nın en küçük ticari kaygısı olmadığı  ve son derece özgür hareket etme şansımız olduğu için ısrarla  formal olmayan tüm müzik tarzlarını web sitemize, elektronik dergilerimize taşıyoruz. Türden bağımsız formal olmayan, atonal, avant-garde, deneysel yani anlayacağınız klasik kalıplara uymayan bir albümü tanıtmak son derece zor bir şey. Bir solodan, ritmlerden bahsetmek veya albümün geneliyle ilgili  bir şey yazabilme imkanı her zaman mevcut değil. Yapılabilecek en kolay şey, kısaca albüm çok güzel meraklısı alsın demek.

Bahsettiğim tarzdaki albümleri cümleler ile anlatmaya çalışmak riskli bir durum. Bu yüzden bazı kişiler tarafından eleştiriliyor hatta dalga geçiliyor olduğumun farkındayım. Nedense formal olmayan müzik dinleyen bir kısım insan, dinledikleri müziğin dahil oldukları sözüm ona elit bir kulübe hitap ettiğini düşünüyorlar. İşin acı olan tarafı bu yaklaşım özellikle canlı performanslarda, dolu olan salonların ilk şarkının sonrasında boşalmasına fayda etmiyor. İnsanlara bu müziği anlatmalıyız ki, ön yargılarını yıkıp, albümlere bir göz atabilme şansını yakalasınlar. Daha fazla insan bu müziklere ilgi duyduğunda, daha fazla müzisyenin önü açılacak, daha iyi albümler dinleyeceğimize inanıyorum. Son yıllarda olan biten tam anlamıyla bu zaten. Ülkemizde son yıllarda hiç olmadığı kadar fazla müzisyeni tanıyıp dinleme fırsatı bulduk. Tabii "çok bilenlere" sorarsanız, her albüme, her müzisyene söyleyecek olumsuz bir şeyleri var. Müzik dünyamızın geldiği hali, endüstrimizin bugünkü durumunu göz önüne alırsak bardağın boş değil dolu tarafını görmeliyiz. İşin güzel tarafı son zamanlarda hem kendi bloğumda hemde SM'de yazdığım bir çok albümde bardakların boş kısımları gerçekten çok az durumda. Anlayacağınız bardağın boş tarafına bakmak için, biraz taraflı (taraflı yerine istediğiniz kelimeyi yazabilirsiniz) olmak gerekiyor.

Deneysel müzikte dinlemenin en iyi ve zevkli yolu tabii ki konserlere gitmek. Canlı performanstan sonra CD veya farklı kalıplara girmiş müzik biraz sentetik oluyor. İşin içerisine doğaçlama girdiğinde sentetik olmak pek tercih sebebi değil. Ancak bir şeyi unutmamak lazım. Bugün ülkemizde İstanbul başta bir kaç büyük kent haricinde alışılagelmiş müzik tarzlarını dinleyebileceğiniz konser sayısı çok fazla değil. Bir şekilde albümlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Geçenlerde ülkemizin bir ucundan yazan bir okuyucumuz yine bu blogda bahsettiğim Alper Maral'ın Elektroakustisch! albümünü merak ettiğini, oturduğu yerde müzik market bulunmadığını eğer mümkün olursa albümden bir tane satın alıp ücreti karşılığında kendisine gönderip gönderemeyeceğimi sordu. O gün kendisine kendi arşivimdeki albümü hediye olarak gönderdim. Anlayacağınız bu tarz albümlerin basılması bence çok önemli. Belki bir konserin coşkusunu yansıtmaktan çok uzak ancak büyük kentlerde oturmayan insanların ruhlarını besleyebilecek tek şey albümler.

Konumuz neydi. Ah evet Islak Köpek.

Aslında albümle ilgili aklımdan geçen yazı, Sn. Bruno Manusso'nun yazdığı Timuçin Şahin'in Bafa albümü yazısı gibi. Bence bir albüm anlayana ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Hoş yazının başında kafama biraz taş düştü ama olsun. Şimdi bende Ornette Coleman ile Cecil Taylor ile  başlayıp, oradan Anthony Braxton'a, Sun-Ra'ya hatta Art Ensemble Of Chicago'ya gidip, denizi aşıp Peter Brötzmann'a, oradan geri dönüp John Cage'in elinden öpüp, sonra kıtanın güneyine inip Horacio Vaggione'ye (bir ara Vaggioe ile alakalı bir yazı yazsam iyi olur) uğramak istiyorum. Hatta Cristian Vander'e, azıcık da olsa Kraftwerk'e sonra zaman yolculuğuna tekrar girip Albert Ayler'e, Rahsaan Roland Kirk'e, Don Cherry'e uğramak hatta Coltrane'e saygılarımı sunup geri dönüp John Zorn'a gidip Book Of Angels'lara bir ara versen demek istiyorum. Sonrasında İtalyaya girip uzun süre hiç çıkmayasım bile var. Aslında böylesine bir yolculuğa çıkınca dönmek pek mümkün olmazdı herhalde. Neyse yazıyla da olsa bir şekilde bende yolculuk hevesimi almış oldum :)

Islak Köpek, albümü toplam dört parçadan oluşuyor. 67 dakikalık albümde tahmin edebileceğiniz gibi son derece özgür şekilde yaratılmış bir albüm. Albümde şu müzisyenleri dinleme şansınız olacak, Şevket Akıncı: elektro gitar, Korhan Erel: bilgisayar ile yaratılan sesler, melodika, Volkan Ergen: vurmalı çalgılar, Robert Reigle: tenor saksofon ve Volka Terzioğlu: tenor saksafon, klarnet ve bas klarnet.

Açık konuşayım, albüm, deneysel müziğe alışkın olmayanlar için pek kolay dinlenebilir değil. Özellikle albümün açılış parçası "May 16, Piece One"nın daha ilk saniyesinde bu yazdığıma hak vereceksiniz. Ancak deneysel müziğe alışkın dinleyiciler için bu durumun pek bir önemi yok. Şarkıların belli bir strüktürü (belki yapı demek lazım) kesinlikle yok. Belli anlarda üst süte binmiş ve karşılıklı atışan enstrümanlar (özellikle Mu No Basho'nun 12. dakikadan sonrası) insanın kulaklarının hemen müzisyenlere kaymasını sağlıyor. Ardından şarkılar biraz duruluyor gibi oluyor yepyeni bir safha ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Zaten bu müziğin en sevdiğim yanı bu. Klasik ritm hattı, eşlikçi kavramları gibi unsurlar yok. Herkes eşlikçi, herkes solocu. Bir saniye sonrasında ne olacağını bilemediğiniz bir yapı(sızlık) Sanırım benim bu albümü asıl sevme sebebim bu.

Grubun bir canlı performans videosunu Vimeo'da buldum. Aşağıda seyredebilirsiniz. Ayrıca sayfanın en başındaki linkleri kullanarak Timpani sayfalarında hem keyifli sohbetleri hemde canlı performanslarını seyredebilmek mümkün.

not: albüm kapağı fotoğraf makinemin arızasından dolayı dizüstü bilgisayarımın web kamerasından çekildiğinden biraz flu görülüyor. Ayrıca parmaklar(ım), albüm kapağına dahil değil :) not2: Alper Maral'ın albümünü tekrar satın alıp arşivime geri koydum tabii ki. Giden albümün yenisini hemen alırım, bulamayacağım albümleri ise kimseye vermem :)