Filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar Sineması: Der Golem



Geçen hafta yayınladığım Nosferatu filmi çok ilgi çekti. Sanırım bloğun okuyucuları ile benzer hobileri paylaşıyoruz. Gelen talep üzerine Pazar Sineması bölümümüzü geleneksel hale getirmeyi düşünüyorum.

Bu haftanın filmi: Der Golem, 1915 yapımı bir korku filmi. Film Alman yönetmenler Paul Wegener ve Henrik Galeen tarafından çekilmişti. Filmin senaryosu eski Musevi efsanelerinden etkilenerek yazılmış. Golem mevzuu oldukça ilginç. Bilinen en popüler hikaye haham Judah Loew ben Bezalel'in Prag'taki Musevi mahallesinde can verdiği Golem'in hikayesidir. Hikayeye göre 16. yüzyılda Prag'ta Musevilere karşı saldırılar başlayınca haham Golem'i yaratır. Aslında bu konuyu Çek Cumhuriyetinde bayağı araştırmıştım. Günümüzde bile Prag'ta yeraltında eski karanlık sanatlar yaşamaya devam ediyor ki, bu şehir yüzyıllar boyunca bu konuların merkezi olmuştur. Her zaman söylediğim gibi bir turistik gezide ne öğrenmek isterseniz onu öğrenirsiniz.

Filmde Alman dışavurumculuğunun ön etkilerini görebilmek mümkün.

Filmin telifi artık kalktığından çeşitli web sitelerinde izleyebilmek mümkün. Yukarıdaki videoda filmin tamamını bulabilirsiniz. Eğer kotalı internet kullanıyorsanız bir saatin üzerindeki film seyrederken 240dpi çözünürlüğü seçerseniz kotanızı çok fazla harcamamış olursunuz. Keyifli seyirler.

Pazar Sineması: Nosferatu, Eine Symphonie des Grauens



Nosferatu, Eine Symphonie des Grauens, 1922 yılında Almanya'da çekilmiş herkesin ortak görüşüyle korku sinemasının en önemli klasiklerinden bir tanesidir. Efsanevi yönetmen Friedrich Wilhelm Murnau'nun yönettiği film Alman dışavurumcu sinemasının en önemli örneklerinden bir tanesi. Sinemanın erken dönem önemli oyuncularından Max Schreck, Kont Orlok'u muhteşem oynamıştır. Filmin senaryosu Bram Stoker'ın Dracula romanından uyarlanmıştır ancak telif hakkı konusunda sorun yaşanınca (dikkat edin bu olaylar 1920'lerde yaşanıyor) film yayından kaldırılmıştır.

Nosferatu, Eine Symphonie des Grauens ilginç bir şekilde güzel bir aşk hikayesi ve vampirin ölümsüzlük yüzünden çektiği acıları yansıtır. Bu yönüyle Dracula'dan oldukça farklı bir şekilde konu işlenir.

Filmin telifi ortadan kalktığı için bir çok web sitesi üzerinden seyredilebilir. Yukarıdaki videodan filmin tamamını seyredebilirsiniz.

Internet Archive Web Sitesi


Geçenlerde Project Guthenberg'den bahsetmiştim. Bir kaç okuyucumdan teşekkür mesajları aldım. Sanırım gözlerinden kaçmış. Bu kez de sinema meraklılarının gözlerinden kaçmış olduğunu düşündüğüm bir siteden bahsedeceğim.

Internet Archive, bir nevi ansiklopedi olması için kurulan bir web oluşumu. Son zamanlarda moda olan tabiri ile aktivistler tarafından ilk adımları atılmış, kültür tarihine ilişkin bir arşiv olması istenen ancak ilerleyen yıllarda internetteki imkanlar arttıkça gözden düşen bir site. Aslında kendilerinin de hatası var bu konuda. Site öyle bir karışık ki, aradığınızı bulmak, gerçek bir zulüm haline gelebiliyor. Ancak sitenin bazı yönleri onu vazgeçilmez yapıyor.<

Diyelim ki, 1910'lu yılların ilk filmlerini (hatta 1800'lerin sonlarını da eklemeliyiz sanırım), 1920'lerin Alman Expressionist akımı filmlerini, 1930'larda Film Noir'ın öncülerini merak ediyorsunuz ve seyretmek istiyorsunuz. Bunun yanında 1950'lerin fazla bilinmeyen ve ücra köşelerde kalmış Science Fiction'ları ilginizi çekiyor veya Büyük Savaş döneminin propaganda filmlerini seyretmek istiyorsunuz. Bu filmlerin bir çoğunda telif hakları ortadan kalmış. Çok az bir kısmı çeşitli formatlarda basılmış durumda. Basılanların büyük çoğunluğu da video teyp formatında basılmış ve internet üzerinde acayip fiyatlara satılıyor. İşte bu söylediklerimden bir kısmı sizi ilgilendiriyorsa mutlaka Internet Archive'i ziyaret etmelisiniz. Çünkü bir çok film, çeşitli formatlarda kullanıma açılmış durumda. Girip istediğiniz gibi indirebilmeniz mümkün.

Bu siteyi seneler önce Paul Wegener and Henrik Galeen ikilisinin "Der Golem" filmini ararken bulmuştum.  1915 yapımı film, Golem kültü üzerine kuruluydu. Çek Cumhuriyetine (o dönem Çekoslovakya) gittiğim ve Prag'da bayağı uzun kaldığım dönemde normal turistlerin bir çoğunun aksine kentin Ortaçağ'daki önemini bildiğimden neredeyse bir haftamı oldukça farklı mekanlarda geçirdim. Çok da iyi yapmışım diyorum. Burada bazı konularda gerçekten çok bilgilenmiştim. Bezalel ismi bir çokları için hiçbir bir anlam ifade etmiyordur eminim ki, ancak Prag'ta bu ismin çok büyük önemi var. Konuda sapıyorum farkındayım ama nedense yazdıkça aklıma başka şeyler geliyor. Bazı yazarlar gibi yazdığım yazılardan kelime başına ücret alsam köşeyi dönerdim herhalde :) Neyse... Wegener'in "Der Golem" filmini nereden bulurum diye aranırken sonunda Internet Archive aklıma gelmişti. Tabii ki bir arama sonucunda filmi bulup arşivime katmıştım. Yukarıda filmden görüntülerle oluşturulmuş bir slayt var. Bunları da siteden edinebiliyorsunuz.

Hep filmlerden bahsettim. Birazda metinlerden bahsedeyim. Belki Project Gutenberg gibi kolay ulaşılır olmasa da, Internet Archive'de inanılmaz bir e-kitap arşivi var. Özellikle bazı Üniversite ve Kitaplıkların verdiği destek sayesinde içerik son derece geniş. Ben genelde belli konulardaki e-kitaplara yönelik araştırma yapsam da, bir göz atmanızda fayda olabilir. Internet Archieve son yıllarda bazı geliştirmeler de yaptı e-kitaplar konusunda. Bizim e-dergilerimizde olduğu gibi flash formatıyla online okuma, PDF indirme gibi seçeneklerin yanında çeşitli e-reader'lar (e-kitap okumaya yarayan elektronik cihaz örneğin Kiddle) için optimize edilmiş dosyalarda mevcut.

Sitenin ses arşivleri kısmında ise audio-book'ların (e-kitapları dinleyebileceğiniz bir format diyelim kısaca) yanında telif hakkı olmayan binlerce şarkıyı dinlemek mümkün. Ayrıca Grateful Dead'e ayrılmış özel bir bölüm var ki topluluğu seviyorsanız mutlaka göz atmalısınız.

Sitede gezindikçe acayip şeyler bulmak olasılığı var. Dediğim gibi site bayağı karışık olduğundan sinirlenmeden kullanmak lazım. Bir süre sonra nasıl oluyorsa alışıyorsunuz ve aradığınızı daha rahat bulabiliyorsunuz.

Eh artık lafı uzatmadan sizi Internet Archieve web sitesine yönlendirelim. Aman dikkat edin, internetiniz kotalıysa bir günde doldurabilirsiniz. Ulaşmak için tıklayınız www.archive.org

Kırmızı = Ateş!



Öyle bir hastalanmışım ki, kaç gündür evden çıkmak mümkün olmadı. İşin kötü tarafı neden hastalandığımı da bilmiyorum. Bu akşam hayatımda bir değişiklik yapıp film seyretmeye karar verdim. Seçimim Krzysztof Kieślowski'nin üçlemesinden kırmızı (Rouge) renk oldu. Normal koşullarda daha karanlık filmleri seyretmeyi tercih etsem de, bugün biraz değişiklik yapmak istedim. Filmde beni en çok etkileyen şey kesinlikle Jean-Louis Trintignant'ın oyunculuğu oluyor. Sanırım defalarca seyretsem fikrim pek değişmeyecek. Oyuncunun ilk göründüğü film malum "Et Dieu… créa la femme"dır ki bu filmi de ailecek pek severiz zaten. Artık uyku vakti geliyor. Umarım yarın sabaha daha iyi olurum.

Kırmızıyı seyredip akşam ateşlenmem yine umarım. Malum kırmızı ateşin rengi ya...

High Fidelity (Yüksek Sadakat)



Bu ay ki filmimiz oldukça keyifli müzik ile dolu, insan ilişkilerine farklı bir bakış atan filmin her sahnesinde plaklar ile göz göze geldiğiniz çok güzel bir film.

Film, İngiliz roman yazarı Nick Hornby'nin aynı adlı çok satan kitabından senaryolaştırılarak filmi çekilmiş. İngiliz yazarın 2. resmi kitabı olan High Fidelity, diğer romanlarında olduğu gibi spor, müzik ve kolleksiyoner karakterlerin takıntılı ve neredeyse ruh hastası -hemen bir ara not girelim bu karakterlerin kendileri dışında kimseye zararları olmadığını belirtelim- karakterlerinin el alındığı ve onların yaşamlarına bakış atılan bir roman. Yazar, özellikle amacı ve hedefi olmayan hayatları ve bu takıntılı kişilikleri romanlarına birincil karakterler yapmak konusuna oldukça başarılı. Yazarın diğer eserlerinden Fever Pitch ve About a Boy filmleştirilen romanlarındandır. Sel yayınları tarafından Nick Hornby'nin çok satan kitaplarının neredeyse bir çoğu Türkçeleştirilerek kitapseverlerin beğenilerine sunulmuştur. Bu Ay Neler Seyrettik bölümümüze konu olan filmin kitabın çevirisi ise Ölümüne Sadakat olarak yapılarak ülkemizde yayınlanmıştır.

Filmin senaryosu D.V. DeVincentis, Steve Pink, John Cusack ve Scott Rosenberg tarafından yazılmış. Büyük ölçüde kitabın senaryosuna uyulmaya çalışılsa da kitap ile film arasında çok önemli bir farklılık var. Kitap İngiltere'nin başkenti Londra'da geçerken, film Chicago'da geçiyor. Filmin çekim hazırlıkları Chicago'da başlıyor. Hem lojistik hemde film bütçesi anlamında bu durum çok avantajlı bir hale geliyor. Londra film çekmek için fazla kalabalık ve çok pahalı bir kent bildiğiniz gibi. Senaryo ekibi, kitabın yazarı Nick Hornby'e bu konuyu danıştığında, yazardan onay geliyor. Kitabın konusu mekandan bağımsız, insanların iç dünyasına bakış atan bir yapıya sahip olduğundan filmin geçtiği kentin gerçekten de çok önemi yok. Bu coğrafyalardan çok uzakta İzmir'de veya İstanbul'da bile çekilse olur diyorsunuz filmi seyrettiğinizde. Zaten plaklarla haşır neşir olan herkes filmde kendisinden bir şeyler bulacaktır.

Filmin devamı ile ilgili yazım için burayı tıklayabilirsiniz.

Issız Adam Filmi



Bir süredir güncemi ihmal ettim, iş seyahatleri hem Stereo Mecmuası forumlarına hemde yazılarıma bir süre ara vermeme sebep oldu. Şimdi eksiği tamamlayalım.

İlk önce Issız Adam filmi yüzünden arkadaşlarımdan gelen sorular yüzünden çok bunaldığımı söylemeliyim. Pikaplara olan ilgimi bilen herkes fim seyrettikten sonra ne pikap alayım diye telefon etti. Madem senelerdir içinizde pikaba özlem vardı daha önce niye almadınız diye sorma gereği duyuyor insan. Hemen herkese cevap vermeye çalışmaktansa forumların adresini verdim; hem reklam olsun hemde gerçekten meraklı olanlar düzeyli Türkçe bilgiler sayesinde konunun inceliklerini öğrenebilsinler.

Forumlardaki mesajları okuyan insanların pikap ve plak sevgisinin ne olduğunu bir nebze anlamışlardır diye düşünüyorum. Ne olduğu belli olmayan, sinema tarihi açısından hiçbir öneme sahip olmayan, son derece sığ ve her yönüyle para kazanma derdi olan bir filmin bu şekilde yansımalarının olması gerçekten ilgi çekici.

Bir sürü gazete, dergi ve internet platformunda Issız Adam filmi için yorumlar okudum. Sonunda dönüp dolaşıp acaba sorun bende mi diyerek uzun uzun düşündüm. Sonuç olarak herkes filmin yorumunu yapmış, bende bir yorum yazmalıyım diyerek bu satırları kaleme alıyorum.

Issız Adam, çok bilindik bir konusu olan, ticari olarak başarısı garantilenmiş bir formülasyon üzerine kurulmuş, özellikle bayanların ruhlarını okşayan ve dolayısıyla eşlerini veya erkek arkadaşlarını sinemaya sürüklemelerine sebep olarak gişe hasılatını iki katına çıkartmak adına planlanmış bir hikaye anlatan, sinema tekniği açısından yenilik getirmeyen, üç güzel şarkı, iki ilginç görüntü matriks yapısına sahip bir sinema filmi.

Film aslında bir şehir hikayesi. Bir iki detay ile filme ilginçlik katılmaya çalışılmış. Birincisi yaşanmışlığa verilen önem, şehirde yaşayıp farklı dünyalarda yaşayanların göze sokulurcasına anlatılan hikayesi ile birleştirilip ortaya bir hikaye çıkmış. Filmin bir diğer önemli özelliği genel anlamda iki kişi arasındaki ilişki ile ilerlemesi. Tarihte bu şekilde kurgulanmış çok önemli sinema şaheserleri bulunmaktadır. Bu filmde iki kişi arasındaki hikaye sözüm ona nostalji kokan şarkılar, materyal vesaire ile tatlandırılmış. Normal koşullarda oyunculuğun üst düzey olduğu filmlerde tatlandırma yapmaya bile gerek kalmaz. Filmdeki genç oyuncular bu noktada pek başırılı değiller. Bu konuda oyunculardan ziyade yönetmeni suçlamak gerekir. Eğer bir yönetmen vizöründe bir sahnenin yapaylığını farkedilme yeteneğine haiz değilse, oyuncuların yapabileceği pek bir şey yoktur. Film boyunca, kamera açıları, oyunculuğun yapaylığı ve boyutsuzluk yüzünden oldukça rahatsız oldum. Ne yazık ki, yönetmenin yanında görüntü yönetmeni de benden geçer not alamadılar.

Filmin sonrasında beni şakınlığa sürükleyen sebepler aslında çok daha farklı,

Bakınız, dünyanın her yerinde eski plakçılar eski kitapçılar bulunur. Bunların kendilerine özgü müşterileri vardır. Birinci grup müşteri, daha ucuza daha fazlasını isteyen veya bütçesi kısıtlı insanlar topluluğudur. Bir kitabı yüzde kırk daha ucuza okuyabilecek iken neden daha fazla para vereyim diyerek eski veya daha doru tabiri ile ikinci el eşya satan mağazalara yönelirler.

İkinci grup müşteri, basımı veya baskısı bitmiş ürünleri bulabilmek için "gereklilik" sebebi ile bu mağazalara giderek alışveriş eder.

Üçüncü grup müşteri ise koleksiyonerlerdir. Bunlar özel basım veya baskıları araştırarak gerek kendi şahsi koleksiyonlarına eklemek gerekse de maddi çıkar sağlamak üzere ikinci el mağazalarını dolaşır. Bir nevi hafiyelik yapmak gibi...

Dördüncü grup müşteri ise, kendine özgü takıntı, obsesyon ve benzeri dürtülerle bu mağazalardan alışveriş eder. Bir yazı, bir imge veya bir not onlar için aranandır. Bu yazdığım kötü olarak algılanmasın. İnsana özgü bir durumdur son yazdığım ve hayatın içindendir. Eşinden asla hoş bir söz duymamış bir kadın, başka birisinin sevgilisine hediye ettiği bir kitaptaki notta yazanlardan nasıl etkilenmez. Yaşayamadıklarını, başlarının yaşanmışlıklarında arar. O not, belki onu bambaşka hayal alemlerine götürür bunu bilemeyiz. Ama bu yaşımda gördüğüm bir şey var ki, her yaştan ve her kültür grubundan bayanlar ve baylar değer verdiğiniz insanlara sevginizi gösterin.

Bu maddeler çoğaltılabilir ama dünyada da genel olarak durum budur. Peki bir film bunlar sayesinde nasıl popüler olur.

Bakınız, Beyoğlu bölgesi her yaştan insanların uzun yıllardır çok rağbet ettiği bir bölgedir. Sanat, mimari ve aslında kültürel hayatımıza yön veren önemli bir bölgedir. Ne yazık ki insanımız, özellikle İstiklal Caddesi'nde bir aşağı bir yukarı yürümek, cafelerde bir şeyler yiyip içmek ve ünlü mağazalardan alışveriş etmek dışında İstiklal Caddesi'ni anımaz. Ara sokaklardaki onlarca kitap-evi, müzik mağazası toz içerisindeki rafları yüzünden hakir görülür ama iş eğlence mekanlarına geldi mi hepsi ezbere bilinir.

Efendim, bu mağazalar eski kitapçılar ve eski plakçılar senelerdir burada kapıları meraklılara sonuna kadar açık şekilde beklemektedir. Ama insanımız sanata ve kültüre gösterdiği eşsiz ilgi ile o güzelim mağazaların birer birer butik, bar vesaire kişiliksiz ve semtin kültürel yapısının kalbine bir hançer gibi saplanan mağazalara dönüşmesine sebep olmuştur. Plaklar, kitaplar ve benzeri bir çok meta peşinde koşan insanlar, toplumun genelinde "acayip" olarak görülmüştür. Halbuki, bugün geniş kalabalıklar kendi içerisinde tutarlı sebepleri olan bu insanlara benzemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. 3. sınıf şarkıcıların plakları yüksek tutarlarla satılırken, yanıbaşında duran gerçek sanat eserleri tozlanmaya devam etmektedir. Ne yazık ki, o sanat eserlerinin kıymetini bilen gerçek meraklılara yapılan en büyük kötülük bu "moda" uğruna başlayan akının fiyatları yükseltmesidir. Bu satırları okuyanlara diyeceğim şudur ki, bir süre sonra bu "moda" bittiğinde yine her şey eskisi gibi olacaktır, merak etmeyin.

Issız Adam filminin en büyük başarısı bir "akım" veya "moda" başlatmasıdır. Hobilerine küsmüş, sanatla ilgilenmeyen bizimkisi bir toplumda kalpleri yaralayacak bir aşk hikayesi eşliğinde sunulacak herhangi bir konu en az bu film kadar ilgi görecektir diye düşünüyorum.