İyi Bayramlar



Efenim bir Şeker bayramı (*) daha geldi çattı. Stereo Mecmuası ekibi olarak tüm okuyucularımızın bayramını kutlarız. Ekibin genç üyelerinin bir çoğu ailelerini görmek üzere doğdukları kente gidiyorlar. Bir kısmımız kendi işlerimizde çalışmaya devam edeceğiz. Bir kısmımız kısa da olsa tatile çıkacağız. Herkesin kendisine göre bir planı var anlayacağınız. Eh bu demek oluyor ki, önümüzdeki bir hafta boyunca dükkan kapalı olacak iletişim konusunda sıkıntı yaşanabilir :)

Bu vesile ile herkese tekrar iyi bayramlar, iyi tatiller veya ne yapıyorsanız iyi şanslar. Bu arada büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperiz. Umarız keyifli, ve sıhhatli bir bayram geçiririz.

Beyaz, Sade ve Retro



Şu sıralar bir çok okuyucum neden eski yayın akışında değilsiniz diye soruyorlar. Yaz başında söylediğim gibi 3 aylık bir tatil yapmaya karar vermiştim. Eylül ayının başından itibaren normal yayın akışına geri döneceğim. Yine geleneksel bölümlerle hemen her gün kaldığımız yerden devam edeceğim hiç merak etmeyin.

Bloğumun ismi her ne kadar Hifi Günlükleri de olsa, Stereo Mecmuası projesinin bir yandan içerisinde bir yandan da dışarısında bir proje bu blog. Tarih vesaire gibi alanlar dışında hemen her türden yazıyı eklediğim bir nevi günlük. O yüzden sadece hifi değil ilgilendiğim hemen her alandan konular var içerisinde. Bazı okuyucular son dönemlerde yazdığınız yazılardan pek bir şey anlamıyoruz diyorlar. Haklılar aslında, bilgisayar oyunları bambaşka bir dünya... Dediğim gibi bu blog benim ruh halimle beraber değişiyor gelişiyor. Bir öyle bir böyle, anlayacağınız hepimizden birazcık işte :)

Geçenlerde yukarıdaki sistem fotoğrafını buldum. Pek hoşuma gitti doğrusu. Yukarıdaki hoparlörler zannedersem Grundig Audiorama 9000'lar. Bu arada yeni yılda yayına devam edersek bu hoparlörlerin test yazısını yayınlamayı planlıyorum. Büyük ihtimalle evde uzun soluklu bir test yapma imkanım oluştu. Neyse pedestal tasarımlı hifi sistem stand'i, bu güzelim hoparlörler ve son derece basit ampli, pikap birlikteliği çok şık duruyor.

Hep yazıyorum ya, bu tarz bir sisteme sahip olmayı çok isterdim diye ama gelin görün ki, sadeleşmek yerine gitgide karmaşıklaşıyor sistemlerimiz.

Hakancez Oyun Dünyasında: Logitech G-105



Bu aralar oyun olayına kafayı taktığımı sanırım fark etmişsinizdir. Keyfim pek yerinde. Kendi zevkime göre “gaming gear” olayına da girdiğimi daha önce burada yazmıştım. Alışveriş listemde satın alma kararını vermekte en çok zorlandığım ürün klavye oldu. Klavye çok önemli bir cihaz. Bir cihaz diyorum çünkü benim gibi bütün bilgisayar başında olan insanlar için bilgisayarın kendisi kadar önemli bir bileşen. Klavye almadan önce bu konudaki külliyatı bir gözden geçirdim. Hemen herkes mekanik klavyelerden bahsetmiş yazılarında. Bende işin ayrıntılarını öğreneyim deyip hemen bir klavye edindim en mekaniğinden. Gerçekten hissiyatı çok iyiydi, Razer BlackWidow'un. Ancak İstanbul'dan sevgili Tolga'nın bana gönderdiği klavye İngilizce formundaydı. Yani Türkçe karakterleri yazmak gerçekten çok dertliydi. Bu klavyenin Türkçe tuş dizilimine sahip versiyonu bulunuyor ancak Amerika'da 90 Dolar civarında satılan bir ürüne bu tutarın 3 katını vermek bana çok saçma geldi.

Bunun üzerine eski dost Logitech'e bir göz atayım dedim. Faremi alırken olayı biraz abartmıştım aslında klavyeyi de abartmak geçiyordu içimden. Ama Logitech'in pahalı klavyelerinde LCD ekran gibi benim işime yaramayacak bir sürü özellik vardı. Ofiste sevgili Cüneyt Oral (Cücü) otururken kendime klavye alacağım muhabbeti yapınca bir anda G-105 modelini sipariş vermiş buldum kendimi.

Bu model Logitech'in oyun klavyelerinin en ucuzu. Saçma sapan fiyatlara bulunabilecek bir ürün. Siparişi bastım tabii. Birkaç gün sonra klavyem geldi. Kutusunu açtım ve tuş yapısının çok hoşuma gittiğini söylemeliyim. Tüm tuşlar olması gerektiği yerlerde ve aralarında gerekli mesafe var. Bu çok önemli bir şey, benim gibi hızlı yazı yazan insanların klavyesinin hep aynı olması hep aynı tuş diziliminde olması gerekli. Bu klavyenin en sevmediğim özelliği sol tarafında bulunan fonksiyon tuşları oldu. Her defasında CTRL veya SHIFT'e basacağım zaman bu tuşlara basınca sinirlenmeye başladım. Ancak kas hafızası denen şey çok garip, kısa sürede duruma alıştım hatta bu durumu avantaja dönüştürdüm.

Bahsettiğim fonksiyon tuşları. Tek tuşa basıp saçmaladıkça saçmalama özelliğine sahip makroları çalıştırabilirsiniz.

Logitech bu tuşları programlanabilir şekilde tasarlamış. 6 tane programlanabilir “G” tuşu var, ek olarak 3 tane de fonksiyon tuşu var. Yani toplamda 18 tane programlanabilir tuş var. Bunlara ek olarak faremdeki programlanabilir tuşları da listeye koyarsam yaklaşık 20-25 tane kadar ek özelliğe sahip olabiliyorum. Tabii isterseniz hem klavye hemde farelerde makro fonksiyonlarını kodlayabiliyorsunuz.

Örneğin bir fonksiyon tuşumda “internette gezinti” makrosu yazdım. Tek tuşa basınca iki ayrı monitöre iki ayrı internet tarayıcı açılıyor. Başlangıç için gerekli tüm siteler açılıyor, ekran parlaklığı ayarlanıyor ve tüm şifreler giriliyor. 10 kere bir yerlere tıklayıp 50 tuşa basmak yerine hem daha hızlı hemde daha eğlenceli. Gerekli mi kesinlikle hayır :)

G-105 kötü özelliklerinden bir tanesi “multimedya” tuşlarının olmaması. Yani ses açma kapama gibi tuşlar. Ama tuş programlamasını kullanarak bunun da çözümü var. Yani uğraşınca her şeyi becerebilmek mümkün.

Tuş dizilimini beğendiğimi söyledim ama tuşlar çok sesli. Benim gibi karşınızda düşman varmış gibi klavye kullananların yanındaki insanların tıkırtıdan sinir hastası olabilir. Evde böyle seslerden hoşlanmayan varsa daha sessiz bir şeylere bakarsanız iyi olabilir. Yoksa akşamın bir vakti klavye kafanızda kırılabilir. Uyarmadı demeyin sonra :)

Klavyenin boyutları çok büyük değil ama standart klavyeden birazcık uzun. Benim dizüstü bilgisayarım biraz acayip olduğundan ikisi iyi anlaştı. Ama masa üzerinde hareket edecek pek az kaldı :)

Klavyenin birden fazla tuşa basıldığında cevap verme süresi bence iyi. Aydınlatması hiç fena değil. Mavi renkte yapılan aydınlatmayı iki ışık düzeyinde kullanabiliyor veya kapatabiliyorsunuz. Ayrıca Windows tuşunu iptal edebilmek mümkün. Battlefield oynarken kazaran Windows tuşuna basıp kafanıza kurşun yeme riskinizi ortadan kaldırabiliyorsunuz. Diğer eksileri ise yazdığım gibi “multimedya” tuşlarının olmaması ve ek fonksiyon tuşlarının yeri. Her ikisinin de çözümü var merak etmeyin. Son olarak Logitech'in yazılımı muhteşem. Türkçe ve çok kolay kullanımlı. Tüm oyunlar için profiller yaratabiliyorsunuz ve tüm bunlar otomatik olarak oluyor. Örneğin Team Fortress 2 çalıştığında klavye kendisini o moda getiriyor. Aferin Logitech çok iyi iş çıkartmışsın...

Başarılı bir ürün, fiyatına göre performansı muhteşem diyebilirim. Klavye alacakların aklında bulunsun...

Sonun Başlangıcı; Counter-Strike: Global Offensive Geliyor!



Dün aldığım bir mail sonrasında Allah şimdi yandık dedim. Valve Ağustos sonunda Counter-Strike'ın yeni edisyonu CS: Global Offensive'ı yayınlıyormuş. Şu an ön siparişteki oyunu tabii ki hemen aldım ve gözümün önünden film şeridi akmaya başladı. 2000'li yılların başında ortaya çıkan ilk Counter-Strike o dönemin tüm gençliğini etkilemiştir. Hoş ben yaş itibarı ile Doom ve Quake hemen arkasında da Unreal Tournament'in ilk oyunlarını oynama şansı bulmuştum. Bu yıllarda bir çok insanın evinde bulunmayan bilgisayar teknolojisinin çok içerisindeydim. Aslında her şeyin değişimi Valve'ın Half Life ile olmuştu. Oyun belki grafik olarak çağın ötesinde değildi ancak ilk kez bir FPS (1) oyununda hikaye insanı bilgisayarın başına kilitliyordu. Half Life, o dönem modası artık yavaş yavaş geçen Quake II motoru üzerine kurulmuştu. Ortalıkta bu motorun inceliklerini yalayıp yutmuş bir sürü meraklı olduğundan oyun üzerinde bir sürü modifikasyon ve oyunun farklı türevleri yapıldı. Valve firması da Team Fortress gibi eklemelerle oyunun çok oyunculu yanını güçlendiriyordu.

Counter-Strike'ın tüm dünyada ne zaman parladığını inanın hatırlamıyorum. 2000'lerin başında Beta sürümleri ortalıklarda geziniyordu. Tabii o dönem evlerimizde bulunan sefil 56K internet bağlantıları ile bu tarz şeyleri internetten edinmek pek kolay değildi. Ancak sanırım 2002 yılından itibaren internet kafelerde insanlar bu oyunu iyiden iyiye keşfetmişler ve 1.4 versiyonu ile olay resmen çılgınlık haline gelmişti. Bu nasıl oldu bir anda bilmiyorum ama kendimizi Counter-Strike dünyasında bulduk birden birebire. Arkadaşlar arasında ufak ufak takımlar kurulup seneler sonra internet kafe yolları tekrar gözükmüştü. Aslında kendi evimde çok daha iyi bir bilgisayar olsa bile oyunu internet kafe'de oynamak daha zevkliydi. Leş gibi sigara dumanından bir bulutun çöktüğü kafelerde bağrış çağrış, küfür figan yapılan mücadalelerin tadı bir daha gelir mi bilemem.


Meşhur de_dust haritası. Bu haritada CT'lerde iyi üç sniper var ise oyunu oynamak kabus hale gelebiliyordu.

O dönemlerde oyun bir şekilde Türkçeleşti. Yanlış hatırlamıyorsam sağlam bir CS klanından bir ekip vardı bu işin içerisinde. Oyun menülerini, hatta oyunu tek başına oynamanız için geliştirilen gerçek oyuncuları sözüm ona simüle eden bot'lar bile Türkçeleştirilmişti. Bot'ların lanet cümleleri hiçbirimiz kafamızdan atamıyoruz değil mi  “hadi bitirelim şu işi” “birini indirdim” veya “beni koruyun” Oyunun Türkçeleştirilmesinin de etkisiyle iş çığrından tamamen çıktı.

Küçük büyük herkes oyundaki silahları ezbere bilir hale geldi. Öyle ezbere bilmek derken ismini değil, özelliklerini ve etkisini bacak kadar çocuk benden iyi biliyordu. Düşünsenize koca bir nesil AWP (2) çok az kişinin bildiği veya varlığından haberdar olduğu silahları ezbere biliyor. Bunun yanında insan beyinin garipliklerini de görüyorduk. Bir sürü insan gözü kapalı şekilde de_dust, cs_italy, de_aztec: veya cs_office (3) haritalarını anlatabiliyordu. İnsanlar akşamları rüyalarında o haritalarda karşı takımın oyuncularını avlıyorlardı.

cs_italy, yine en sevilen haritalardandır. Genç yaşta olup bu haritada çalan aryayı ezbere bilen çok insan tanıyorum. Ama o dönem herkes bu aryadan nefret ederdi.

Oyunun 1.6 versiyonu ise tüm zamanların en çok akılda kalacak oyunlarından birisi haline gelmişti. Hem ülkemizde hem dünyada. Sağlam takımlar vardı hemde çok sağlam. Ben hiçbir zaman mükemmel bir oyuncu olamamış olsam da veletler HS'yi (4) çaktıkça daha fazla hırslanıyordum. Oyunun kendisine göre bir jargonu vardı HS'yi yemek çok sorun değil de, arkasından gelen mesajlar insan çok koyardı. Counter Strike dünyasında özellikle de Türkiye'de kendine özgü bir jargon vardı. İnternet oyunlarında ciddi sıkıntıya yol açan sis bombası kullananların uyarılması bile başlı başına bir kalıptı.
“sis atma OÇ”

Bu şaşalı dönem ne kadar sürdü bilmiyorum. Ancak uzaylılarla savaşmak yerine daha dünyevi ortamlarda bilindik silahlarla birbirimizle savaşmak iyi gelmişti. Oyunun wallhack gibi hileleri tadını biraz kaçırıyordu ve Valve bunun bir türlü önüne geçememişti. Oyunun farklı versiyonları da yapılmış olsa da, 1.4 ve özellikle de 1.6 oyuncuların kalbindeki yeri her zaman farklı olacaktır.

Bakalım CS: Global Offensive nasıl olacak. Bir konudan eminim insanlar şu an büyük bir özlemle bu oyunu bekliyorlar. Herkesin amacı eski güzel günleri yad etmek. Umarım Valve ekibi bu işi yüzüne gözüne bulaştırmaz ve birbirimizi öldürmeye kaldığımız yerden devam ederiz.

---------------------------
(1) First Person Shooter. Canlandırdığınız kahramanın gözünden oynadığınız oyun türü.
(2) Accuracy International Arctic Warfare Police. Bir keskin nişancı tüfeği. Oyunun en güçlü silahı...
(3) Oyundaki en popüler haritaların bir kaçı
(4) Head Shot. Rakipleri tek bir mermi ile öldürmenin yolu.

Londra Olimpiyatları Coşkusu



Şu sıcak yaz günlerinde işlerin monotonluğunda olimpiyatlar pek iyi geldi bana. Özel merakım olan dalları gerek televizyon gerekse de internetten takip ediyorum. Günümüzün koşullarında olimpiyatları takip etmek gerçekten çok kolaylaşmış durumda. Her platformda uygulamalar ve yazılımlar var. Bir şeyleri kaçırmak diye bir şey söz konusu değil. Bir sürü televizyon kanalı canlı yayınlar yapıyor ancak Eurosport Türkiye gerçekten çok iyi yayın yapıyor bu sene. Ben özellikle bisiklet yarışlarını dikkatle takip ettim. Yorumcu ve sunucular çok başarılıydı. Zaten bisiklet yarışları konusunda Eurosport'un Türkiye ekibini çok beğeniyorum. Kendilerine bu güzel yayınlar için teşekkür edeyim buradan da. TRT konusuna girmeyeyim hiç, kısaca "epic fail" diyebilirim.

Olimpiyatın açılışı çok konuşuldu. Ben beğendim. Bir müzik meraklısı olarak İngiliz müziğinin dünyadaki rolünü çok başarılı şekilde ön plana çıkarttılar. Her konuda olduğu gibi eleştiriler de yok değil ama beni ayrıntılar pek ilgilendirmiyor. Büyük keyifle seyrettim..

Biliyorsunuz bu sıralar madalya manyaklığımız tuttu memleket olarak. Geldi, geliyor, tüh kaçtı muhabbetlerine hemen her yerde rastlamak mümkün. Benim açımdan bu durum sürpriz değil ama Türkiye formasıyla sadece İngilizce konuşulabilen "milli" sporcu konusu bana garip geliyor doğrusu. Bunu ne zaman söylesem dünyanın her tarafında böyle diyenler oluyor. Ben büyük ekonomik gücü olan ancak bunun yanında spor kültürü olan ülkelerde pek böyle bir şeye rastlamadım. Mesela zenci Çinli atlet görmek nasip olmadı şimdilik. Herhalde bu ekonomik güçleri ile pek zor olmazdı bahsettiğim konu... Ha bir bakarsınız bunu da görürüz. Bilemem...

Spor konuları bizde nedense çok kolaymış gibi konuşuluyor. Bütün sene amatör spor dallarından bahsetme, ilgilenme, ne zaman olimpiyat olur herkes spor uzmanı. Bu işler ne yazık ki kolay olmuyor, parayı basıp transfer ile de olmuyor. Erken yaşlardan itibaren eğitim ile oluyor. Bunu sağlamak içinde maddi güç önemli. Tesis konusu şu sıralar bol bol tartışılan bir konu malum. Herkes uzman ya.. Bende Üniversite Oyunları (universiade) için İzmir ve çevre illerde yapılan tesisleri hatırlatıyorum. Gerçekten çok başarılı bir organizasyon yapıldı, harika tesisler kazandırıldı ülkemize. Bu tesislerin sporumuza bir katkısı oldu mu sorusu çok mühim. Görünen o ki pek olmamış.

Ben spor uzmanı değilim, bu konuları pek de tartışmayı hatta konuşmayı sevmem. Nedense sporla başlayan konular bir şekilde siyasete filan uzanıyor. Ondan sonra kavga dövüş. Bu sıralar malum 2020 Olimpiyatlarına talip olmamız konuşuluyor. Bence eğer alırsak kesinlikle ülke olarak bu işin altından yüzümüzün akı ile çıkarız. Harika tesisler yapılır buna da inanıyorum. Ancak sorun şu ki, olimpiyatların arkasından o güzelim tesislerde 20 kişilik seyirci önünde hentbol maçları oynanır. Tesisler bir nevi çürümeye terk edilir. Eğer 2020 olimpiyatlarına gerçekten aday olacak isek spor konusunda şimdiden çalışmaya başlamak lazım. Bir de eğer mümkünse Olimpiyatları da İstanbul'da yapmayalım bir zahmet. İzmir var, Antalya var, bir sürü güzel kentimiz var.

Bir konuya ise gerçekten çok kızgınım. Herkesin dilinde bilmem kim madalya aldı biz alamadık muhabbeti var. Örneğin Kazakistan'a insanlar kafayı takmış. Efendim Kazakistan'ın madalyası var koskoca Türkiye'nin madalyası yok. Takip ettiğim spor dallarından bir tanesi bisiklet. Bisiklet sporuna gönül verenler ProTeam Astana'yı duymuşlardır. 2000'lerin sonralarına doğru Kazakistan devletininde katkıları ile kurulan bir bisiklet takımı Astana. Malum aynı zamanda Kazakistan'ın başkenti. Bu takım içerisinde hem Kazak hem Rus aslında bir çok millete mensup bisikletçiler var. Bir yandan yarışan bir ekip bir yandan da bir okul. Yeni bisikletçiler yetiştirilen bir okul. Bugün önemli tüm yol bisikleti yarışlarında takımın o mavi logolu mayosunu görmek mümkün. Bu takımın lideri de Alexander Vinokourov. Vinokourov Olimpiyatlarda ülkesi adına yol bisikleti yarışını kazandı. Onu izlemeye alışkın bizler için şaşırtıcı olmadı bu durum pek. Ama aklı başında zannettiğim çevremdeki arkadaşlarım bile hala "efendim Kazakistan'ın madalyası var koskoca Türkiye'nin madalyası yok" muhabbeti yapıyorlar. Adamlar bisiklet konusuna bu kadar yatırım yapınca tabii ki bunun karşılığını alacaklar. Sende yatırım yap, sende karşılığını al..

Şu güzelim organizasyon -yani olimpiyatlar- konusunda bile saçma sapan sebeplerle tartışmalar eksik olmuyor anlayacağınız. Sıcaklar mı etkiledi bizleri, yoksa oruç kafaya mı vurdu (böyle bir deyim vardır bizim buralarda) bilemiyorum da, olimpiyatları dört senede bir düzenlenen ve sevdiğimiz sporları "prime time"da seyretmek için bir fırsat olarak düşünüp keyif almaya bakın.

Bu sene yüzme yarışları, bisiklet yarışları müthiş keyifli geçti. Hele kule atlama yarışmalarından büyük keyif aldım. Çinli sporcu Wu Minxia'nın biyografisini okudum geçenlerde. Hayatı resmen dram bunun sebebi önemli bir sporcu olması. Ama işte bu adanmışlık başarıyı getiriyor. Örneğin ben böyle bir yaşamın olsun istemezdim. Tabii herkes böyle değil bakınız Usain Bolt. Adam yarış kazanıyor hem kendisi eğleniyor hemde seyirciyi eğlendiriyor. Bu da Allah vergisi yetenek işte. Kendisi hakkında yazılmış bir biyografya var, rekortmen atletin pek çalışma ile alakası olmadığından Allah vergisi yetenek demekten başka bir şey gelmiyor insanın elinden.

Bolt deyince komik bir olay yaşadım geçenlerde. Bir müşterimle olimpiyat sohbeti yapıyoruz -düşünün işler ne kadar iyi- Bolt konusu açıldı. Malum atletin ismi Usain -Hüseyin- ya, müşterim onu müslüman zannediyormuş. Ben bir şey söyleyemedim.. Geçtiğimiz senelerde koştuğu bir yarışı izlerken, jeton düştü değerli arkadaşımda. Birlikte bayağı güldük. Bolt belki dünya rekorunu kıramadı ama olimpiyat rekorunu kırıverdi. Yarışın arkasından telefonda sevgili arkadaşım ile yine bayağı gülüştük.

Velhasıl kelam olimpiyatlar devam ediyor. Umarım sizlerde benim gibi keyif alarak takip edersiniz...