Beni son zamanlarda şaşırtan bazı albümler elime geçiyor. İşte bu yazımda bu albümlerden bir tanesini sizlerle paylaşacağım. Yakaza Ensemble'ın A'mâk-ı Hayâl albümünün kitapçığında şunlar yazılmış.
A'mâk-ı Hayâl, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Filibeli Ahmet Hilmi'nin kaleme aldığı "A'mâk-ı Hayâl" adlı edebi eseri, kişisel dünyasında manevi bir gerçeğin peşinde olan Raci'nin tanıştığı, halk tarafından meczûb gözüyle bakılan Aynalı Baba'nın yol göstericiliğinde gerçekleşen bir iç seyahatin öyküsüdür.
Yakaza Ensemble'ın 2009 yılında oluşturduğu A'mâk-ı Hayâl adlı projesi müziğin içerisinde, bu seyahatin sürreel dünyasına yapılan bir yolculuktur. Bu gizemli hayal dünyasının müzikal olarak aktarılmasında, yaklaşım olarak evrensel bir ifade zenginliği göz önünde bulundurulmuştur. Dolayısıyla icra edilen enstrümanların zenginliği ve günümüz yaşantısından ayrışmazlığı ile A'mâk-ı Hayâl, aslında bugüne dair bir anlatımdır.
Albümü ele almadan önce konu sanırım dallanıp budaklanacak, şimdiden uyarayım sizleri. Bahsetmeyi sevdiğim konular olunca kısa bir şeyler yazmam mümkün olamıyor ne yazık ki. İlk önce A'mâk-ı Hayâl'in yazarını hep birlikte tanıyalım. Daha sonra bakalım nelerden bahsedeceğiz.
Günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan Filibe'de 1865'de doğan Ahmed Hilmi babasının konsolos olmasından dolayı Şehbenderzâde (konsoloszade olarak Türkçeleştirelim) olarak anılmıştır. İlerleyen yıllarda ise Filibeli Ahmet Hilmi olarak tanınmıştır. O dönemlerde çok normal olan dini eğitim alan yazar, ilerleyen yıllarda bizim buralara (İzmir) taşınmış. İlerleyen yıllarda Eğitimini Babasından dolayı da Şehbenderzâde olarak anılmıştır.Eğitimini Mekteb-i Sultânî'de (Galatarasaray Lisesi) tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye'de çalışmaya başlamış, daha sonra da yurt dışı görevlere atanmış. Düyûn-ı Umûmiyye belki modern Türkiye tarihine meraklı okuyucularımızın bildikleri bir kurum ancak diğer okuyucularımız için kısaca açıklayayım. Bu kurumu bir nevi banka gibi düşünmek lazım. Osmanlı Imparatorluğu güçten düşmeye başlayınca devletin mali yapısının çökmemesi için devamlı olarak borç alınmış. Bu kurum işte bu borçların idaresini üstlenmiştir. Tabii ilerleyen yıllarda devletin ekonomisinin yabancı devletler tarafından kontrol edilmesinde bir araç haline gelmiştir. Modern Türkiye'nin kuruluşuyla kalkan kapitülasyonlar ile kurumun sonu gelmiştir.
Ahmed Hilmi 1890'ların sonlarında siyasi meseleler içerisinde aktif olarak görülmeye başlar. Beyrut'ta sorunlar yaşamış Mısır'a kaçmak zorunda kalmış, seneler sonra İstanbul'a dönmüş ancak oradan da sürülmüş. Bazı yazarlara göre Lübnan'da iken yaşadığı sorunların kaynağı siyonizme olan karşıtlığıdır. Bir gazete açmış, ancak gazete kısa sürede batmış o da farklı gazetelerde yazılar yazmış. 1910'larda güçlü İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ters düşünce, Filibeli Ahmet Hilmi için tehlike çanları çalmaya başlamış ve 1914'de zehirlenerek öldürülmüştür. Filibeli Ahmed Hilmi çok farklı bir yazar ve düşünce adamıdır, bir yanı tasavvufa dönüktür diğer tarafı ise sert siyasi düşüncelere...
Filibeli Ahmed Hilmi'nin en önemli eserinin A'mâk-ı Hayâl olduğunu söylemiştim. 1900'lerin başlarındaki oradan oraya gidişler yazarın tasavvufa olan merakını arttırmıştır. Bu dönemde Vahdet-i Vücud düşüncesinden etkilenmeye başlamıştır. Burada bir parantez daha açmalıyız sanırım. Vahdet-i Vücud en kısa anlatımla yaratanla yaradılanın "bir" olduğunu ve yaratanla yaradılanın aynı kaynaktan geldiğini savunur. Endülüs'lü düşünür Muhyiddin İbn Arabi'nin 13. yüzyılda ortaya koyduğu fikirler özellikle Anadolu topraklarında başta Sadreddin Konevî olmak üzere çeşitli düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Vahdet-i Vücud düşüncesi ile ilgili en kolay anlaşılır kaynak Yunus Emre'dir.
Filibeli Ahmed Hilmi'de bu düşüncelerden etkilenmiştir. A'mâk-ı Hayâl'de konu, hayali bir kahraman olan Râci'nin hayata dair sorularını cevaplamak istemesi çevresinde dönüyor. Bu sorular genel olarak varlık-yokluk kavramı ile alakalı. Soruların cevapları bilim, felsefe ve onların tıkandığı yerde inanç ile açıklansa bile Râci tatmin olmaz. Gitgide karmaşık bir ruh haline bürünür. Bir gün mezarlıkta halkın meczûb olarak gördüğü Aynalı Baba ile karşılaşır ve ondan çok etkilenir. Eserin ilerleyen bölümlerinde Aynalı Baba her buluştuklarında kahve içip sohbet ederler ve sonra Aynalı Baba'nın üflediği ney nameleri ile Râci hayal dünyasına dalar. Filibeli Ahmed Hilmi eserinde bu hayallere bölümler halinde yer verir. Bölümlerde, mistizm, antik felsefe sistemleri benim gözümde ezoterizm gibi bir çok kavrama denk gelebilmek mümkündür. Aslında bir yönü ile son derece evrensel bir eserdir. Yakaza Ensemble kendi metinlerinde kitabın Kaknüs yayınları tarafından hazırlanan edisyonunu kullanmış. Çeşitli online kitap satış sitelerinde kitaba ulaşmanız mümkün. Fiyatı ise 6 ile 8TL arasında değişiyor. Belki ilerleyen dönemlerde kitaba da bloğumda yer veririm.
Bu meczûb kelimesini belki genç okuyucularım bilemeyebilirler. Aslında bir kaç anlamı var, aklını yitirmiş / kaybetmiş anlamına gelebileceği gibi özellikle dinsel metinlerde Allah aşkı ile kendisinden geçmiş kişi anlamına da gelir.
Yakaza Ensemble dört kişiden oluşuyor afgan rebabı, dombra ve kudüm, Eray Düzgünsoy. Elektronikler ve bas Ömer Sarıgedik. Ney, shakuhachi, saron, M. Fakih Kademoğlu. Viyolonsel ve yaylı tanbur Ceren Erendor. Geçtiğimiz hafta içerisinde albümün bültenini burada yayınladığımızda albümle ilgili ilk satırları okuyunca daha geleneksel formda bir albüm olabileceğini düşünmüştüm ancak elektronik öğelerden bahsedildiğini görünce işin rengi değişmeye başlamış ve bültenin sonundaki “Bu şimdi yeni ‘dünya müziği’ mi, ‘yeni dünya’ müziği mi sorusu ile albümü iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım.
Albüm, "Kaf ve Anka" ile başlıyor. 6 dakikadan uzun olan parça albümdeki yolculuğa hazırlıyor. Şarkının içerisinde derinden gelen martı seslerinin eşliğinde tüm enstrümanlara verilen uzun pasajlar harika. "Sonsuz Bilmece" albümdeki en ilginç parçalardan bir tanesi elektronik yapıdaki şarkının Japonca pasajlar eklenmiş. Şarkıya eklenmiş shakuhachi (japon flütü, pek severim) ve elektronik vurmalılar ile bence süper ambient bir parça olmuş. Bayıldım! "Azamet Deryası" ve hemen ardından gelen "Azamet Sahası" son derece ilginç şarkılar. Özellikle Azamet sahasında yağmur sesleri arasında son derece hüzünlü bir yapı var. Bu iki parça bana Dante'nin "İlahi Komedya"sının Araf katına girildiğinde ilk yaşanan hüznü, şaşkınlığı ve acizliği hatırlattı. Zaten A'mâk-ı Hayâl'i okuyan meraklılar bazı açılardan ortak noktalar bulacaklardır. A'mâk-ı Hayâl'de farklı konuların işlendiğinden bahsetmiştim. "Temaşa Bayramı"nda ilk eski İran'a doğru yola çıkıyoruz. Son derece uzun şarkı içerisinden aslında çok sayıda şarkı çıkabilecek kadar melodiler var. Albümdeki favori parçalarımdan bir tanesi. "Ulular Meclisi"nde ise Orta Asyadan ve Uzakdoğudan ilginç tınılar eşliğinde farklı melodiler duymak mümkün. Parçada pek sık denk gelmediğimiz dombra ve saron kullanılmış. "Daimi Dönüşüm" ve "Arifler Meclisi" ise daha geleneksel enstrümanların kullanıldığı parçalar. Ancak yapılar hiç öyle değil tabii ki. "Arifler Meclisi"in başında dikkat çeken sanki plak takılmış gibi cızıltılı arka plan, ilerleyen bölümlerde elektronik davullarla şarkının alt yapısını oluşturmuş. Albümde her dakika şaşıracak bir şeyler var. "Yokluk Tepesi"de farklı değil.
Albümün kaydı gayet başarılı. Acayip bir derinlik hissiyatı var. Hifi'de sahne olarak tabir ettiğimiz şey belki de. Enstrümanların tınıları, notaların uzamaları her şey tane tane duyuluyor. Kitapçık da çok güzel hazırlanmış. Her şarkıya ayrılmış bölümde orijinal metinler ve birer resim serpiştirilmiş. Hiç beklemediğim kadar keyifle dinlediğim bir albüm oldu ki, bu yazıyı yazarken sanırım üçüncü tur dönüyordu. Emeği geçen herkesin eline sağlık.
Yazının bir yerlerinde cevaplamamız gereken bir soru vardı hatırlarsanız. Albüm, yeni ‘dünya müziği’ mi, yoksa ‘yeni dünya’ müziği mi? Düşündüm taşındım, cevabı pek umursamadım. Albüm çok güzel hatta harika! Önemli olan da işte bu...
Günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan Filibe'de 1865'de doğan Ahmed Hilmi babasının konsolos olmasından dolayı Şehbenderzâde (konsoloszade olarak Türkçeleştirelim) olarak anılmıştır. İlerleyen yıllarda ise Filibeli Ahmet Hilmi olarak tanınmıştır. O dönemlerde çok normal olan dini eğitim alan yazar, ilerleyen yıllarda bizim buralara (İzmir) taşınmış. İlerleyen yıllarda Eğitimini Babasından dolayı da Şehbenderzâde olarak anılmıştır.Eğitimini Mekteb-i Sultânî'de (Galatarasaray Lisesi) tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye'de çalışmaya başlamış, daha sonra da yurt dışı görevlere atanmış. Düyûn-ı Umûmiyye belki modern Türkiye tarihine meraklı okuyucularımızın bildikleri bir kurum ancak diğer okuyucularımız için kısaca açıklayayım. Bu kurumu bir nevi banka gibi düşünmek lazım. Osmanlı Imparatorluğu güçten düşmeye başlayınca devletin mali yapısının çökmemesi için devamlı olarak borç alınmış. Bu kurum işte bu borçların idaresini üstlenmiştir. Tabii ilerleyen yıllarda devletin ekonomisinin yabancı devletler tarafından kontrol edilmesinde bir araç haline gelmiştir. Modern Türkiye'nin kuruluşuyla kalkan kapitülasyonlar ile kurumun sonu gelmiştir.
Ahmed Hilmi 1890'ların sonlarında siyasi meseleler içerisinde aktif olarak görülmeye başlar. Beyrut'ta sorunlar yaşamış Mısır'a kaçmak zorunda kalmış, seneler sonra İstanbul'a dönmüş ancak oradan da sürülmüş. Bazı yazarlara göre Lübnan'da iken yaşadığı sorunların kaynağı siyonizme olan karşıtlığıdır. Bir gazete açmış, ancak gazete kısa sürede batmış o da farklı gazetelerde yazılar yazmış. 1910'larda güçlü İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ters düşünce, Filibeli Ahmet Hilmi için tehlike çanları çalmaya başlamış ve 1914'de zehirlenerek öldürülmüştür. Filibeli Ahmed Hilmi çok farklı bir yazar ve düşünce adamıdır, bir yanı tasavvufa dönüktür diğer tarafı ise sert siyasi düşüncelere...
Filibeli Ahmed Hilmi'nin en önemli eserinin A'mâk-ı Hayâl olduğunu söylemiştim. 1900'lerin başlarındaki oradan oraya gidişler yazarın tasavvufa olan merakını arttırmıştır. Bu dönemde Vahdet-i Vücud düşüncesinden etkilenmeye başlamıştır. Burada bir parantez daha açmalıyız sanırım. Vahdet-i Vücud en kısa anlatımla yaratanla yaradılanın "bir" olduğunu ve yaratanla yaradılanın aynı kaynaktan geldiğini savunur. Endülüs'lü düşünür Muhyiddin İbn Arabi'nin 13. yüzyılda ortaya koyduğu fikirler özellikle Anadolu topraklarında başta Sadreddin Konevî olmak üzere çeşitli düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Vahdet-i Vücud düşüncesi ile ilgili en kolay anlaşılır kaynak Yunus Emre'dir.
Filibeli Ahmed Hilmi'de bu düşüncelerden etkilenmiştir. A'mâk-ı Hayâl'de konu, hayali bir kahraman olan Râci'nin hayata dair sorularını cevaplamak istemesi çevresinde dönüyor. Bu sorular genel olarak varlık-yokluk kavramı ile alakalı. Soruların cevapları bilim, felsefe ve onların tıkandığı yerde inanç ile açıklansa bile Râci tatmin olmaz. Gitgide karmaşık bir ruh haline bürünür. Bir gün mezarlıkta halkın meczûb olarak gördüğü Aynalı Baba ile karşılaşır ve ondan çok etkilenir. Eserin ilerleyen bölümlerinde Aynalı Baba her buluştuklarında kahve içip sohbet ederler ve sonra Aynalı Baba'nın üflediği ney nameleri ile Râci hayal dünyasına dalar. Filibeli Ahmed Hilmi eserinde bu hayallere bölümler halinde yer verir. Bölümlerde, mistizm, antik felsefe sistemleri benim gözümde ezoterizm gibi bir çok kavrama denk gelebilmek mümkündür. Aslında bir yönü ile son derece evrensel bir eserdir. Yakaza Ensemble kendi metinlerinde kitabın Kaknüs yayınları tarafından hazırlanan edisyonunu kullanmış. Çeşitli online kitap satış sitelerinde kitaba ulaşmanız mümkün. Fiyatı ise 6 ile 8TL arasında değişiyor. Belki ilerleyen dönemlerde kitaba da bloğumda yer veririm.
Bu meczûb kelimesini belki genç okuyucularım bilemeyebilirler. Aslında bir kaç anlamı var, aklını yitirmiş / kaybetmiş anlamına gelebileceği gibi özellikle dinsel metinlerde Allah aşkı ile kendisinden geçmiş kişi anlamına da gelir.
İsterseniz artık albüme gelelim. Bu kadar yazıyı okuduktan sonra albüm hakkında kafanızda bir fikir oluştu mu? Konusu için evet, ama tarzı için muhtemelen hayır!
Yakaza Ensemble dört kişiden oluşuyor afgan rebabı, dombra ve kudüm, Eray Düzgünsoy. Elektronikler ve bas Ömer Sarıgedik. Ney, shakuhachi, saron, M. Fakih Kademoğlu. Viyolonsel ve yaylı tanbur Ceren Erendor. Geçtiğimiz hafta içerisinde albümün bültenini burada yayınladığımızda albümle ilgili ilk satırları okuyunca daha geleneksel formda bir albüm olabileceğini düşünmüştüm ancak elektronik öğelerden bahsedildiğini görünce işin rengi değişmeye başlamış ve bültenin sonundaki “Bu şimdi yeni ‘dünya müziği’ mi, ‘yeni dünya’ müziği mi sorusu ile albümü iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım.
Albüm, "Kaf ve Anka" ile başlıyor. 6 dakikadan uzun olan parça albümdeki yolculuğa hazırlıyor. Şarkının içerisinde derinden gelen martı seslerinin eşliğinde tüm enstrümanlara verilen uzun pasajlar harika. "Sonsuz Bilmece" albümdeki en ilginç parçalardan bir tanesi elektronik yapıdaki şarkının Japonca pasajlar eklenmiş. Şarkıya eklenmiş shakuhachi (japon flütü, pek severim) ve elektronik vurmalılar ile bence süper ambient bir parça olmuş. Bayıldım! "Azamet Deryası" ve hemen ardından gelen "Azamet Sahası" son derece ilginç şarkılar. Özellikle Azamet sahasında yağmur sesleri arasında son derece hüzünlü bir yapı var. Bu iki parça bana Dante'nin "İlahi Komedya"sının Araf katına girildiğinde ilk yaşanan hüznü, şaşkınlığı ve acizliği hatırlattı. Zaten A'mâk-ı Hayâl'i okuyan meraklılar bazı açılardan ortak noktalar bulacaklardır. A'mâk-ı Hayâl'de farklı konuların işlendiğinden bahsetmiştim. "Temaşa Bayramı"nda ilk eski İran'a doğru yola çıkıyoruz. Son derece uzun şarkı içerisinden aslında çok sayıda şarkı çıkabilecek kadar melodiler var. Albümdeki favori parçalarımdan bir tanesi. "Ulular Meclisi"nde ise Orta Asyadan ve Uzakdoğudan ilginç tınılar eşliğinde farklı melodiler duymak mümkün. Parçada pek sık denk gelmediğimiz dombra ve saron kullanılmış. "Daimi Dönüşüm" ve "Arifler Meclisi" ise daha geleneksel enstrümanların kullanıldığı parçalar. Ancak yapılar hiç öyle değil tabii ki. "Arifler Meclisi"in başında dikkat çeken sanki plak takılmış gibi cızıltılı arka plan, ilerleyen bölümlerde elektronik davullarla şarkının alt yapısını oluşturmuş. Albümde her dakika şaşıracak bir şeyler var. "Yokluk Tepesi"de farklı değil.
Albümün kaydı gayet başarılı. Acayip bir derinlik hissiyatı var. Hifi'de sahne olarak tabir ettiğimiz şey belki de. Enstrümanların tınıları, notaların uzamaları her şey tane tane duyuluyor. Kitapçık da çok güzel hazırlanmış. Her şarkıya ayrılmış bölümde orijinal metinler ve birer resim serpiştirilmiş. Hiç beklemediğim kadar keyifle dinlediğim bir albüm oldu ki, bu yazıyı yazarken sanırım üçüncü tur dönüyordu. Emeği geçen herkesin eline sağlık.
Yazının bir yerlerinde cevaplamamız gereken bir soru vardı hatırlarsanız. Albüm, yeni ‘dünya müziği’ mi, yoksa ‘yeni dünya’ müziği mi? Düşündüm taşındım, cevabı pek umursamadım. Albüm çok güzel hatta harika! Önemli olan da işte bu...
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder