Şık Bir Plak Kutusu


Finlandiyalı tasarımcı Harri Koskinen plaklar için çok şık bir saklama kutusu çözümü sunuyor. Bir kaç farklı boyu olan ürünler İskandinav tasarımcıların geleneksel çizgilerini koruyor. Kıvrımlar son derece estetik, ahşabın sıcaklığı. Ön bölüme eklenen kilit bile genel çizgiyi bozmuyor. İşin güzel tarafı kutuları yan yana koyunca ortaya son derece şık bir görüntü çıkıyor. Üzücü olan şey tabii ki fiyat. Yukarıdaki kutulardan her biri  yaklaşık 200 Dolar değerinde.

Hifi Ölüyor Mu?


 Türkiye'de ve dünyada şu an hifi dünyasının geleceğinin ne olacağı tartışmaları alevlenmiş durumda. Geçtiğimiz günlerde "Avrupa ve Amerika Hifi Pazarlarında Durum" diye bir yazı yazmıştım. Bu yazıda konuyu yurt dışından aldığım bilgilerle irdelemeye çalıştım. Bu aralar denk geldiğim bir çok arkadaşım bana bu soruyu soruyorlar, hifi ölüyor mu? Bu yazımda bu konuyu işlemeye çalışacağım.

İsterseniz biraz geçmişe gidelim hep birlikte. DVD'lerin ilk çıktığı döneme doğru yola çıkalım. Biliyorsunuz DVD'ler ülkemizde 1998 yılında boy gösterdiler. Tahminen bundan bir kaç sene önce DVD sahibi olanlar vardı ancak ülkemize resmi giriş benim hatırladığım kadarı ile 1998 yılında olmuştu. O dönemde üniversiteyi bitirmiş veya bitirmek üzereydim. İlk DVD çalarlar anormal pahalıydı ve medya bulmak çok zordu. 2000'lerin başında ise DVD'lerin kopyalanabilmesi sayesinde bu teknoloji geniş kitlelere ulaşmaya başladı. Bir anda düz ekranlı tüplü televizyonlar, Dolby Pro-Logic ses sistemleri rafları doldurdu. Korsan DVD'ler sayesinde ev sineması sistemleri ve DVD çalarların satışında patlama yaşanmıştı. O dönemlerde genç bir yönetici olarak mağazacılık dünyasına adımımı atmıştım. Film meraklıları orijinal DVD'leri satın alıyordu ancak satılan orijinal DVD'nin kat ve kat fazlası korsan tezgahlarında tüketiciler ile buluşuyordu. Gösterişli ve bol ışıklı ev sineması amplileri, devasa hoparlörler, farklı türlerdeki büyük ekran televizyonlar ile salonların baş köşesine kurulmuştu. Artık ailecek 82 ve büyük ekranlı kurşun kadar ağır tüplü televizyonlar, görüntü kalitesi çoğunlukla şaka gibi olan projeksiyon televizyonlarda DVD'lerimizin keyfini sürüyorduk. O dönemde de hifi cihazlarının ve müzik dinlemenin helvasını yemiş, arkasından Fatiha'mızı okumuştuk.

Ancak bir çok kişi için bu durum çok uzun sürmedi. Hele film zevki modern çağın uzağındaki insanlar için yeni çok kanallı sistemlerin ve DVD'nin çok büyük yenilikler getirmediği anlaşıldı. Düşünsenize 1960 veya 1970'lerdeki filmlerin zorlama çok kanal sesli versiyonları ne kadar komik oluyordu. Düzgün VHS'ler ile görüntü kalitesi gayet başarılıydı ve DVD'lerin ekstra özellikleri haricinde kazanımlar açısından devrim olmamıştı. Her Allah'ın günü Matrix seyretmenin bir alemi yoktu çok kişi için. Zaman ilerledikçe ev sineması sistemleri popülerliğini yitirdi, evlerimizde tekrar müzik notaları uçuşmaya başladı. Hifi ölümden dönmüş, tam anlamıyla hortlamıştı.

Tüm bu süreçten neredeyse 10 yıl sonra tarih yeniden tekerrür ediyor bugünlerde. İlk önce yüksek çözünürlük hikayesi ile start aldık. Bir anda televizyon konusunda devrim yaşandı. Daha önce salonlarımızda 72 ekran televizyonların hakimiyeti sürerken bir anda 100 küsür ekranlı televizyon bombardımanı başladı. Salonlarımız mı büyümüştü, yoksa gözlerimiz mi bozulmuştu. İlk nesil plazmalar ve LCD televizyonların meydan savaşı başlamıştı artık. Üretim maliyeti yüksek olan plazmalar savaşın ilk etabında yenildiler. Gelişim aşamasındaki LCD televizyonlar kapış kapış satılır oldular. Tam HD, HD Ready kavramları ile tanıştık. Bir baktık ki, LCD panellerle hızlı bir sahne seyrederken ekran bulanıklaşıyor. Üreticiler her sene devrimler yaptılar, bizleri daha yüksek çözünürlük ile tanıştırmak için. Devrim aslında basit idi. LCD'lere daha fazla elektrik vererek daha hızlı çalışmaları sağlandı. Sonra pazar bu numaraya doyunca LED büyük bir buluşmuş gibi ortalara çıktı. İlk adımda ekranların arkasını özel florasanlar ile aydınlatmak yerine LED'ler ile aydınlattılar. Bu teknoloji aslında her pikselin arkasında bir LED ampül olacak şekilde ortaya çıkmıştı. Ancak üretim maliyetleri yüksek olduğundan bunu bir sonraki devrim için sakladılar. Tabii ki 3D teknolojisi de azalan satışları patlatmak üzere imdada yetişti. Ancak ortalıkta küçük bir sorun vardı, elektrik basılan LED TV'ler 3D için tam anlamı ile uygun bir platform olamıyordu. Yapılacak tek şey gömülen plazma teknolojisini yeniden hortlatmaktı. Tabii ki hortlatıldı. Eski teknolojili full HD olmayan televizyonlar arka odalara doğru yola çıktı, bizler ise teknoloji mağazalarından daha da büyük ekranlı televizyonlarımızı salonlarımıza yerleştirdik. Televizyon üreticileri artan ciroları ile bu yeni pazarın tadını çıkartıyorlar iken, endüstrinin geri kalanı boş durmayacaktı elbette.

Yüksek çözünürlüklü televizyonlarımızı beslemek için daha yüksek çözünürlüklü medyaya ihtiyacımız vardı. Bir anda HD set top box'lar, uydu receiver'ları imdadımıza yetişti. Bu hıza televizyon kanalları yetişememişti. Çözüm bilgisayar algoritmalarından geldi, upsampling. Matematiksel yollarla bir pikselin yanındaki diğer pikseller doldurarak oluşturulan aslında olmayan çözünürlüklere merhaba deme vakti gelmişti. Tabii ki bu da bir devrimdi ve tüketiciler daha büyük ekranlı televizyonlarını besleyebilmek için HD yatırımları yapmaya girişti. Aman Allah'ım diyordu insanlar, televizyondaki görüntü gerçek gibi.

Blu-Ray bir başka devrimdi tabii ki. Ancak ülkemizde pek başarılı olamadı. Yeni oyuncaklarımızı beslemek için para harcamadan sahip olacağımız bir şeylere ihtiyacımız vardı. MKV ve benzeri yüksek çözünürlüklü film dosyaları imdadımıza yetişti. 200 -300 liraya alınacak bir medya oynatıcı (sanırım medya tank deniyor) internetten indirilecek 720 veya 1080p filmler ile salonlarımızdaki devleri beslemenin yolu bulunmuştu. Orijinal filmlere para vermeye gerek yoktu, sinemaya gitmeye gerek yoktu. Satın alacağımız bir televizyon, bir medya tank ve yüksek kapasiteli bir harici disk ile harika vakit geçirmenin yolu bulunmuştu.

Yeni oyuncaklarımızın görüntüsü harikaydı ancak ses konusunda üreticilerin yeni sürprizleri vardı. Yeni ses standartları imdadımıza yetişti. Daha iyi ses almak için bin bir özelliği olan receiver'lar emrinize amadeydi. Eski teknolojili AV receiver'larımızla vedalaşıp, hızlı bir şekilde yeni receiver'ları evlerimizin baş köşesine koyduk. Daha yüksek çözünürlüklü görüntülerimizin yanında daha yüksek çözünürlüklü ses ile her şey tamamdı. Ta ki, önümüzdeki yıl 3D görüntü ve ses teknolojileri alınabilir fiyatlara gelinceye kadar.

Ben işi biraz esprili bir şekilde anlatmaya çalıştım. Abarttığımı düşünenleriniz olabilir. Ama emin olduğum şeyler var, örneğin medya tanklar olmasa, binlerce lira harcadığımız televizyon, AV receiver ve hoparlörlerimizi beslemek için Blu-ray diskleri satın alır mıydık? Çok değil 5 yıl önce 72 ekran bir televizyonla mutlu mesut yaşarken neden şu an 100 bilmem kaç ekran televizyonsuz yapamıyoruz.

Çünkü bu tam anlamıyla bir pazarlama bombardımanı. Karşı durabilmek çok zor. Bugün gazeteler, televizyonlar, marketler, mağazalar, web siteleri ve hatta forumlar bu pazarlama bombardımanının birer aracı.

Yazımızın konusu hifi ölüyor mu idi. Hifi'yi en kısa şekliyle müzik dinlemeye yarayan araçlar olarak tanımlıyorum ben. Uzun senelerden beri hifi dünyası pek değişmedi, plaklar ve CD'ler yaşamaya devam ediyor. Yeni bazı akımlar var ancak şimdilik arkalarından esen rüzgarlar çok hızlı değil. Ancak öyle bile olsa kaynak cihazlarda yenilikler olacak. Hifi sistemleri yine yaşamaya devam edecekler.

Müzik dinlemek öyle bir şey ki, isterseniz müziğe fokuslanır başka bir şey ile ilgilenmezsiniz. İster gazetenizi veya kitabınızı okursunuz, ister internette gezinirsiniz. İşlerinizi yapmaya devam edebilir, sesi biraz kısarsanız yanınızdaki insanın yüzüne bakarak muhabbet edebilirsiniz. Sosyalleşmenizi feda etmenize gerek kalmaz.

Hifi ölüyor mu? Pek zannetmiyorum. Ama ortada ölen bir şeyler olduğu belli. En iyi cevabı bence sizler verebilirsiniz.

Masal 45'likleri


Eskiden çocuklara masallar nasıl dinletilirdi sizce. Tabii ki plaklardan. Geçmişte çok sayıda masal plağı basılmış. Tabii ki bir çoğumuzun tozlu arşivlerinde bu plaklardan bir kaç tane bulunuyordur. Bizde de var tabii ki:) Aslında o dönemler için kapaklar son derece şenlikli tasarlanmış. Her plağın bir yüzünde bir masal bulunuyor. Kapağın her yüzünde ilgili plakla ilgili bir çizim var. O dönemde bizdeki plaklar Türk Ticaret Bankası ve Milliyet işbirliği ile hazırlanmış. Oturup bu plakları dinlediğimde içim bir acayip oluyor. Seslendirmeler biraz ürkütücü günümüze göre:) Bu arada parmak çocuk masalını ben çok severim. Rahmetli anneannem  ben çocuk iken parmak çocuğun farklı versiyonlarını uydurur uydurur anlatırdı. Parmak çocuk, bir eski Roma'ya gider, Osmanlı İmparatorluğuna, Hitler Almanyasına anlayacağınız dünyanın dört bir tarafını gezerdi. Masallar uyduruk da olsa bayılırdım. Çünkü tarihi bir macera haline gelirdi masallar. Anneannem müthiş bir insandı. Hayata son derece bağlı, yaşadığı her şeye rağmen dik durabilen bir kadındı. Bana da, kardeşim Okan'a da çok hakkı geçmiştir. Her ikimiz içinde yeri ayrıdır

Ne yazık ki çok genç yaşta Alzheimer hastalığı yüzünden vefat etti. Şimdi hayatta olsa ne kadar güzel olurdu. Evlendiğimi görmesini çok isterdim. Muhtemelen Seçil Hanım'a da bayılırdı. Yahu masal plağından nereye geldik be. Herhalde rahmet okunsun istedi anneannem. Nurlar içerisinde yatsın..

The Exploited - YOP 7" One Sided Single


Bu plağı nereden almıştım diye düşündüğünüz oluyor mu hiç? Benim oluyor. Yukarıdaki The Exploited 45'liğini ne zaman aldım hiçbir fikrim gerçekten yok. Exploited diskografisine yabancı iseniz YOP şarkısını bulmak biraz zordur. Orijinali Britannia Waives The Rules EP olarak yayınlanan şarkı nedendir bilinmez tek taraflı 45'lik olarak basılmış. 45'liğin promo olmadığını biliyorum ama neden böyle basıldı hiçbir fikrim yok. The Exploited bence İngiliz punk akımının 2 dalgasının en önemli topluluğudur. Hoş adamlar İngiliz değil İskoç ama olsun. Aşağıda grubun dillere marş olmuş şarkısı Punk's Not Dead şarkısının konser yorumu var. Punk's Not Dead öncesinde ek olarak Dogs Of War şarkısı çalınmış. Play tuşuna basmadan önce punk müzik sevdiğinizden emin olun, kulaklarınıza kalıcı zarar verebilir!

Sex Pistols gibi ilk dalga punk toplulukları ile pek alakası yok değil mi? Amerikalıların söylediği gibi "total chaos"

Yakaza Ensemble - A'mak-ı Hayâl Albümüne Bir Göz Atalım.


Beni son zamanlarda şaşırtan bazı albümler elime geçiyor. İşte bu yazımda bu albümlerden bir tanesini sizlerle paylaşacağım. Yakaza Ensemble'ın A'mâk-ı Hayâl albümünün kitapçığında şunlar yazılmış.
A'mâk-ı Hayâl, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Filibeli Ahmet Hilmi'nin kaleme aldığı "A'mâk-ı Hayâl" adlı edebi eseri, kişisel dünyasında manevi bir gerçeğin peşinde olan Raci'nin tanıştığı, halk tarafından meczûb gözüyle bakılan Aynalı Baba'nın yol göstericiliğinde gerçekleşen bir iç seyahatin öyküsüdür.
Yakaza Ensemble'ın 2009 yılında oluşturduğu A'mâk-ı Hayâl adlı projesi müziğin içerisinde, bu seyahatin sürreel dünyasına yapılan bir yolculuktur. Bu gizemli hayal dünyasının müzikal olarak aktarılmasında, yaklaşım olarak evrensel bir ifade zenginliği göz önünde bulundurulmuştur. Dolayısıyla icra edilen enstrümanların zenginliği ve günümüz yaşantısından ayrışmazlığı ile A'mâk-ı Hayâl, aslında bugüne dair bir anlatımdır.

Albümü ele almadan önce konu sanırım dallanıp budaklanacak, şimdiden uyarayım sizleri. Bahsetmeyi sevdiğim konular olunca kısa bir şeyler yazmam mümkün olamıyor ne yazık ki. İlk önce A'mâk-ı Hayâl'in yazarını hep birlikte tanıyalım. Daha sonra bakalım nelerden bahsedeceğiz.

Günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan Filibe'de 1865'de doğan Ahmed Hilmi babasının konsolos olmasından dolayı Şehbenderzâde (konsoloszade olarak Türkçeleştirelim) olarak anılmıştır. İlerleyen yıllarda ise Filibeli Ahmet Hilmi olarak tanınmıştır. O dönemlerde çok normal olan dini eğitim alan yazar, ilerleyen yıllarda bizim buralara (İzmir) taşınmış. İlerleyen yıllarda Eğitimini Babasından dolayı da Şehbenderzâde olarak anılmıştır.Eğitimini Mekteb-i Sultânî'de (Galatarasaray Lisesi) tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye'de çalışmaya başlamış, daha sonra da yurt dışı görevlere atanmış. Düyûn-ı Umûmiyye belki modern Türkiye tarihine meraklı okuyucularımızın bildikleri bir kurum ancak diğer okuyucularımız için kısaca açıklayayım. Bu kurumu bir nevi banka gibi düşünmek lazım. Osmanlı Imparatorluğu güçten düşmeye başlayınca devletin mali yapısının çökmemesi için devamlı olarak borç alınmış. Bu kurum işte bu borçların idaresini üstlenmiştir. Tabii ilerleyen yıllarda devletin ekonomisinin yabancı devletler tarafından kontrol edilmesinde bir araç haline gelmiştir. Modern Türkiye'nin kuruluşuyla kalkan kapitülasyonlar ile kurumun sonu gelmiştir.

Ahmed Hilmi 1890'ların sonlarında siyasi meseleler içerisinde aktif olarak görülmeye başlar. Beyrut'ta sorunlar yaşamış Mısır'a kaçmak zorunda kalmış, seneler sonra İstanbul'a dönmüş ancak oradan da sürülmüş. Bazı yazarlara göre Lübnan'da iken yaşadığı sorunların kaynağı siyonizme olan karşıtlığıdır. Bir gazete açmış, ancak gazete kısa sürede batmış o da farklı gazetelerde yazılar yazmış. 1910'larda güçlü İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ters düşünce, Filibeli Ahmet Hilmi için tehlike çanları çalmaya başlamış ve 1914'de zehirlenerek öldürülmüştür. Filibeli Ahmed Hilmi çok farklı bir yazar ve düşünce adamıdır, bir yanı tasavvufa dönüktür diğer tarafı ise sert siyasi düşüncelere...

Filibeli Ahmed Hilmi'nin en önemli eserinin A'mâk-ı Hayâl olduğunu söylemiştim. 1900'lerin başlarındaki oradan oraya gidişler yazarın tasavvufa olan merakını arttırmıştır. Bu dönemde Vahdet-i Vücud düşüncesinden etkilenmeye başlamıştır. Burada bir parantez daha açmalıyız sanırım. Vahdet-i Vücud en kısa anlatımla yaratanla yaradılanın "bir" olduğunu ve yaratanla yaradılanın aynı kaynaktan geldiğini savunur. Endülüs'lü düşünür Muhyiddin İbn Arabi'nin 13. yüzyılda ortaya koyduğu fikirler özellikle Anadolu topraklarında başta Sadreddin Konevî olmak üzere çeşitli düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Vahdet-i Vücud düşüncesi ile ilgili en kolay anlaşılır kaynak Yunus Emre'dir.


Filibeli Ahmed Hilmi'de bu düşüncelerden etkilenmiştir. A'mâk-ı Hayâl'de konu, hayali bir kahraman olan Râci'nin hayata dair sorularını cevaplamak istemesi çevresinde dönüyor. Bu sorular genel olarak varlık-yokluk kavramı ile alakalı.  Soruların cevapları bilim, felsefe ve onların tıkandığı yerde inanç ile açıklansa bile Râci tatmin olmaz. Gitgide karmaşık bir ruh haline bürünür. Bir gün mezarlıkta halkın meczûb olarak gördüğü Aynalı Baba ile karşılaşır ve ondan çok etkilenir. Eserin ilerleyen bölümlerinde Aynalı Baba her buluştuklarında kahve içip sohbet ederler ve sonra Aynalı Baba'nın üflediği ney nameleri ile Râci hayal dünyasına dalar. Filibeli Ahmed Hilmi eserinde bu hayallere bölümler halinde yer verir. Bölümlerde, mistizm, antik felsefe sistemleri benim gözümde ezoterizm gibi bir çok kavrama denk gelebilmek mümkündür. Aslında bir yönü ile son derece evrensel bir eserdir. Yakaza Ensemble kendi metinlerinde kitabın Kaknüs yayınları tarafından hazırlanan edisyonunu kullanmış. Çeşitli online kitap satış sitelerinde kitaba ulaşmanız mümkün. Fiyatı ise 6 ile 8TL arasında değişiyor. Belki ilerleyen dönemlerde kitaba da bloğumda yer veririm.

Bu meczûb kelimesini belki genç okuyucularım bilemeyebilirler. Aslında bir kaç anlamı var, aklını yitirmiş / kaybetmiş anlamına gelebileceği gibi özellikle dinsel metinlerde Allah aşkı ile kendisinden geçmiş kişi anlamına da gelir.
İsterseniz artık albüme gelelim. Bu kadar yazıyı okuduktan sonra albüm hakkında kafanızda bir fikir oluştu mu? Konusu için evet, ama tarzı için muhtemelen hayır!



Yakaza Ensemble dört kişiden oluşuyor afgan rebabı, dombra ve kudüm, Eray Düzgünsoy. Elektronikler ve  bas Ömer Sarıgedik. Ney, shakuhachi, saron, M. Fakih Kademoğlu. Viyolonsel ve yaylı tanbur Ceren Erendor. Geçtiğimiz hafta içerisinde albümün bültenini burada yayınladığımızda albümle ilgili ilk satırları okuyunca daha geleneksel formda bir albüm olabileceğini düşünmüştüm ancak elektronik öğelerden bahsedildiğini görünce işin rengi değişmeye başlamış ve bültenin sonundaki “Bu şimdi yeni ‘dünya müziği’ mi, ‘yeni dünya’ müziği mi sorusu ile albümü iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım.

Albüm, "Kaf ve Anka" ile başlıyor. 6 dakikadan uzun olan parça albümdeki yolculuğa hazırlıyor. Şarkının içerisinde derinden gelen martı seslerinin eşliğinde tüm enstrümanlara verilen uzun pasajlar harika. "Sonsuz Bilmece" albümdeki en ilginç parçalardan bir tanesi elektronik yapıdaki şarkının Japonca pasajlar eklenmiş. Şarkıya eklenmiş shakuhachi (japon flütü, pek severim) ve elektronik vurmalılar ile bence süper ambient bir parça olmuş. Bayıldım! "Azamet Deryası" ve hemen ardından gelen "Azamet Sahası" son derece ilginç şarkılar. Özellikle Azamet sahasında yağmur sesleri arasında son derece hüzünlü bir yapı var. Bu iki parça bana Dante'nin "İlahi Komedya"sının Araf katına girildiğinde ilk yaşanan hüznü, şaşkınlığı ve acizliği hatırlattı. Zaten A'mâk-ı Hayâl'i okuyan meraklılar bazı açılardan ortak noktalar bulacaklardır. A'mâk-ı Hayâl'de farklı konuların işlendiğinden bahsetmiştim. "Temaşa Bayramı"nda ilk eski İran'a doğru yola çıkıyoruz. Son derece uzun şarkı içerisinden aslında çok sayıda şarkı çıkabilecek kadar melodiler var. Albümdeki favori parçalarımdan bir tanesi. "Ulular Meclisi"nde ise Orta Asyadan ve Uzakdoğudan ilginç tınılar eşliğinde farklı melodiler duymak mümkün. Parçada pek sık denk gelmediğimiz dombra ve saron kullanılmış. "Daimi Dönüşüm" ve "Arifler Meclisi" ise daha geleneksel enstrümanların kullanıldığı parçalar. Ancak yapılar hiç öyle değil tabii ki. "Arifler Meclisi"in başında dikkat çeken sanki plak takılmış gibi cızıltılı arka plan, ilerleyen bölümlerde elektronik davullarla şarkının alt yapısını oluşturmuş. Albümde her dakika şaşıracak bir şeyler var. "Yokluk Tepesi"de farklı değil.

Albümün kaydı gayet başarılı. Acayip bir derinlik hissiyatı var. Hifi'de sahne olarak tabir ettiğimiz şey belki de. Enstrümanların tınıları, notaların uzamaları her şey tane tane duyuluyor. Kitapçık da çok güzel hazırlanmış. Her şarkıya ayrılmış bölümde orijinal metinler ve birer resim serpiştirilmiş. Hiç beklemediğim kadar keyifle dinlediğim bir albüm oldu ki, bu yazıyı yazarken sanırım üçüncü tur dönüyordu.  Emeği geçen herkesin eline sağlık.

Yazının bir yerlerinde cevaplamamız gereken bir soru vardı hatırlarsanız. Albüm, yeni ‘dünya müziği’ mi, yoksa ‘yeni dünya’ müziği mi? Düşündüm taşındım, cevabı pek umursamadım. Albüm çok güzel hatta harika! Önemli olan da işte bu...