Tayvandan Güzel Görüntüler



Geçenlerde forumlarımızda bir konu başlığında sevgili Nadir (aka Ionian) tarafından çok hoş bir fuardan veya etkinlikten görüntüler eklenmişti. Google Translate'i kullanarak ne olup ne bittiğini anlamaya çalıştım. Anladığım kadarı ile bir kaç firma tarafından gerçekleştirilen etkinlikte eski gramofonlardan tutun en yeni hi-fi ürünlerine kadar bir çok ilgi çekici ürün meraklılara sunulmuş. Ayrıca etkinlikte bazı söyleşiler yapılmış. Ortam müthiş gözüküyor. Böyle bir ortamda olmayı kim istemez ki;


Böyle bir ortama beni bıraksanız sabaha kadar konuşurum


Etkinlik alanında çay kahve servisi de varmış. Oh ne güzel...


Hep hayalim plaklarımı şöyle depolayabilmek. Kutular pek keyifli...

Plakların olduğu yerde tamamlayıcı hi-fi ürünleri olmaz ise olmaz...



Senelerdir kimseye anlatamadığım şey; merdivenler değerli satış alanlarıdır!

Birazda nostalji....

Mekanın üstten görünümü...

Bende istiyorum :)

Fotoğraflar Tayvanlı www.dearhoney.idv.tw sitesinden alıntı...

Wavac MD-300B



Wavac firmasını bilir misiniz? Japonların önde gelen hi-fi üreticilerinden bir tanesidir. Ürünleri genelde çok pahalıdır ancak çok şıklardır. Özellikle pre-ampli tasarımları için söylenebilecek tek şey mükemmel olduklardır. Bir İstanbul seyahatimde Audiogen firmasına yaptığım ziyarette gerçekten tasarımlarına bir kez daha vurulmuştum. Wavac MD-300B ise firmanın en gösterişsiz ürünlerinden. Fiyatı da oldukça ucuz. Tabii diğer Wavac ürünlerine göre. MD-300B mdeoli son derece küçük boyutlara sahip harika bir ampli. Çok şık ve sesi de çok güzeldir. Defalarca dinleme fırsatı bulduğum ve hoşuma giden bir üründür. Hem de çok şık...

The Ninth Gate



“The Ninth Gate” veya bizim sinemalarımızda vizyona girdiği ismiyle “Dokuzuncu Kapı” bence Roman Polanski'nin gelmiş geçmiş en kötü üç filminden bir tanesidir. Film görücüye çıkarken neo-noir bir film olarak tanıtılmıştı. Ancak bırakın yenisini klasik noir film anlayışının bile çok uzaklarındaydı. Aslında filmin konusu İspanyol yazar Arturo Pérez-Reverte'nin “The Club Dumas“ romanından alınmıştı. Bir roman olarak fena değildir. Okült ve gizemci bir tarafı vardır. Çerezlik bir roman olarak okunabilir.

Polanski, bu romanı alıp hikayeleştirirken filminin hiç fena olmayan bütçesiyle iyi oyuncular seçmişti. Bunlardan en dikkat çekicisi Johnny Depp'tir herhalde. Deep'in bir çok filmini seyretmiş bir insan olarak bu filmdeki performansını berbat olarak nitelendirmek mümkün. Kötü senaryo muhtemelen Deep'in bile içini geçirmiş. Aynı şeyleri femme-fatale'lığın çok yakıştığını düşündüğüm Lena Olin içinde söyleyebilirim. Benzer şeyleri Frank Langella içinde söyleyebilmek mümkün. Emmanuelle Seigner için ise fazla bir şey yazmaya gerek yok. Benim anlamadığım bir konu Polanski'nin filminde böylesine bir rol için neden eşini kullandığıdır. Hani filmin sonundaki sahnelerde olmuyor evde yaptığımız gibi yapmalısın filan diye mi yönetti filmi acaba. Neyse üzerimize vazife olmayan konulara girmemeliyiz değil mi?



Biliyorsunuz bloğumda film eleştirisi filan yazmıyorum. Zaten ortalıkta bir sürü iyi site varken bu konu bana düşmez. “The Ninth Gate” filmini yerin dibine batırmak gibi bir amacımda yok. Gelelim asıl konuya...

“The Ninth Gate” tüm kötülüğüne rağmen arada sırada seyrettiğim bir filmdir. Nedeni ise aslında birazcık saçma. Bu filmdeki kötü oyunculuk, kötü senaryo ve diğer her şeyin kötü olmasına rağmen koleksiyonculuğun karanlık tarafını tasvir etme açısından bence başarılıdır. Filmde Deep'in canlandırdığı Dean Corso karakteri aslında koleksiyoncuların bir çoğunun bir nevi prototipi gibidir. Örneğin bir plak koleksiyoncusu aradığı plağın baskılarını ezbere bilir (çoğu zaman yani) ve onu ele geçirmek için elinden geleni yapar. Hatta bazen karanlık tarafa geçer.



Eminim ki, bir çoğumuz bir dükkanda bulduğu üzerinde çok düşük bir fiyat yazılı bulunan “parçanın” fiyatının aslında daha fazla olması gerektiğini gidip satıcıya söylemez. Veya bazen çevremizden birilerinde sahip olmayı istediğimiz bir “parça” varsa onun elden çıkartılma sürecine sokabilmek için önceden planlanmış bazı konuşmalar yapmak zorunda kalmışızdır. Hatta koleksiyoncular arasında alışveriş yaptıkları yerleri gizleme hastalığı da oldukça popülerdir. Fazla talep arzda dengesizlikler meydana getirir. Benim açımdan en iyi dükkan yaşayacak kadar müşterisi olan bir dükkandır. Tabii ki bir müşteri olarak. Dükkan sahipleri haklı olarak hep bunun tersini düşünürler ve çok haklıdırlar. Tüm bunlar iyi bir insanın yapmayacağı düşünmeyeceği şeylerdir. Ancak her ne topluyorsanız koleksiyonculuk karanlık tarafa geçmektir. Olayı abartıp ruhunu şeytana satacak (mecazi olarak tabii ki) koleksiyoncuların varlığını da unutmamak lazım. Söz konusu olan koleksiyon olunca bir çok şey mübahtır. Buradaki sınır sizin kişiliğinizdir. Her insanın yapamayacağı şeyler vardır. Ancak yapabilecekleri ile çoğu zaman karanlık tarafa adım atar.

“The Ninth Gate” bence bu atmosferi iyi veren bir film. Eğer elinizde varsa filmi bir de bu açıdan seyretmeye çalışın. Eminim daha fazla keyif alacaksınız. Ama tüm bunlar bile filmin kötü olduğu gerçeğini değiştirmiyor ne yazık ki...

İşte Opera...



Günümüzde bir çoğumuz bütün gün bilgisayarlarımızın tepesindeyiz ve en çok kullandığımız programlar internet tarayıcılar. Son bir senedir ben Opera kullanıyorum. Aslında cep telefonu dünyasında tanınan bir tarayıcıdır Opera. Ancak standart bilgisayar versiyonu kesinlikle çok çok başarılı. Kullanımı biraz ters ancak Opera Link, Opera Unite ve özellikle Opera Turbo gibi özellikleri sayesinde bir alıştınız mı onu bırakmanız mümkün değil. Az özellikli, kullanımı biraz sıradışı ancak hızlı bir tarayıcı arayanların dikkatine. Bir deneyeyim derseniz sizi buraya alalım. İşin güzeli MAC, PC ve en önemlisi Linux versiyonları da mevcut...