Hifi dünyası farklı bir dünya biliyorsunuz. Özellikle hifi dünyasının derinliklerine girdikçe hemen her şeyin ses üzerine etki yapabildiğini görüyorsunuz. Ben kullandığım cihazlarda iyileştirmeler yapmak konusunda oldukça isteksiz bir insanımdır. Hatta kullandığım hiçbir cihazda modifikasyon veya iyileştirme yoktur. Bunun yanında eskisine göre daha az tuning ekipmanı kullanıyorum. Kullandığım ve gerçekten sevdiğim bir kaç bu tarz ekipman var. Bunlardan bir tanesi Omicron harmonik stabilizatör. Bu ürünleri inceleme için getirtmiştim ve sonunda harmonik stabilizatörü satın almıştım. Bir diğer ekipman Franck Tchang'in rezonatörleri. Biliyorsunuz bu sempatik tasarımcıyla oldukça fazla zaman geçirmiştim. Rezonatörlerde çok etkili ürünler. Ancak anlatması pek kolay değil. Nedense bir kısım odyofiller bu ve benzeri ekipmanla alakalı olarak hoşgörüyü bir kenara bırakıp dalga geçme eğilimine sahipler. O yüzden bu tarz ekipmanla ilgili fazla bir şey yazmıyorum. Neyse...
Ancak konu kendi yaptığım bir ürün olunca denemelerimin ardı arkası kesilmiyor. Geçen hafta pikabıma yeni bir kontrol ünitesi yaptım. Bu konuyla ilgili forumda kısaca bilgiler yazdım. Bu hafta ise yukarıda gördüğünüz ayaklarda bazı çalışmalar yaptım. Benim yaptığım ara bağlantı kablolarını kullanan bazı dostlarımız bileceklerdir, kullandığım özel bir kılıf vardır. Bu kılıf tamamen pamuktan üretilmiş ve egzotik bir mamül. Audio piyasası için satılan bir şey değil ancak ben bu şekilde uyarlamıştım. Yukarıdaki ayakları bu hafta bu pamuklu kılıflar ile doldurdum ve dikkatli bir dinleti yaptım. Sonuç oldukça ilginç oldu. Hatta ilginçten çok daha iyi demeliyim.
Bu arada kendi kablolarımı kullanan dostlarımız demiştim yukarıda. Merak ederseniz ve sorular sorarsınız sanırım. Bundan seneler önce deneme amaçlı bir miktar ara bağlantı kablosu üretmiştim. Biraz fazla üretince bir kısım arkadaşlarıma bu kabloları hediye etmiştim. Şu an Bülent Şaman, Eli Hanenya gibi dostlar bu kabloları kullanıyorlar. Zaman içerisinde tabii ki stoklar bitti. Amaç ticari bir ürün yapmak değil, kablolara etki eden faktörleri araştırmak konusunda denemeler yapmaktı. Deneme sonucunda ortaya çıkan kablo da, hiç fena değildi doğrusu :)
Bu hafta pikabıma yeni bir ekleme daha yapacağım. Oldukça karmaşık bir çizim yapmak zorunda kaldım ve görünen o ki, bu hafta boş vaktimi Sanayi Sitesinde geçireceğim. Bu arada özgün motor koruma ünitesindeki çalışmalarımda finale ulaşmak üzere. Ancak bir sonraki adımda normal kayışla hareket sağlamak yerine oldukça karmaşık yeni bir çözüme yöneleceğim. Gelişmeleri yine yazarım. Ancak görünen o ki, bu sene sonuna kadar pikaptaki geliştirmeler devam edecek.
Biliyorsunuz her yaz döneminde Stereo Mecmuası'nda Blitzkrieg diye saçmalamaya başlıyoruz. 3 senedir yazları başlattığımız Bliztzkrieg coşkusunun yerine bu sene Heresy olayına girelim diyoruz. Bu nereden çıktı derseniz. Son yıllarda ilgilendiğim Warhammer 40k dünyasından çıktı! Horus Heresy nasıl yapılır, yapılınca ne olur veya olay Stereo Mecmuası'na nasıl adapte edilir konusunda fikrim yok. Maksat Heresy olsun, hem de Horus Heresy. Bir bakarsınız kaos tarafına geçip, mecmuayı Khorne sembolleri ile donatırız. Warhammer 40k severlere selam olsun!
Coagula, Latince birleştirmek demek. Bu kelimeden türetilmiş birde fiil var. O da pıhtılaşmak anlamına geliyor. Bu terim tek başına pek bir anlam ifade etmeyebilir meraklılar "Solve et Coagula" mottosunu biliyorlardır. Ayır ve tekrar birleştir. Bunu neden yazdığımı önümüzdeki hafta daha ayrıntısı ile ele alırım.
Dünyanın dört bir yanındaki web sitelerinde bir sürü Google servisi kullanılıyor. Site istatistiklerinden, site içi arama modüllerine, reklamlardan, videolara kadar Google'ın kullanıcılara ücretsiz olarak sunduğu hizmetler var. Bu araçların bir kısmı neredeyse vazgeçilmez durumda. Ülkemizle Youtube ile süre kan davası sonucunda bir çok Google hizmetine erişimde sorun yaşanıyor ve bu sorun sıradan internet kullanıcılarını da etkiliyor. Google hizmetlerini kullanan web sitelerinin yavaş açılmasının yanında bazı bloglarda bir açılıp bir kapanıyor. Bizim alt bölümlerimizin bir kısmınında Blogger servisleri üzerinde olması sitemizi de olumsuz şekilde etkiliyor. Bazı hizmetlere Google Public DNS ile ulaşmak mümkün. Bazılarına ise aynı hizmetle ulaşmak imkansız. Sıradan internet kullanıcıları bile bu saçma uygulamalar sayesinde bilgisayar kurdu olmak zorunda kaldılar. Tünel siteleri, her türden DNS uygulamaları, proxy siteleri derken her dakika denetim masasında bir şeyleri ayarlamak zorunda kalıyoruz. Nasıl bir saçmalıktır anlamadım gitti.
Dünyanın daha doğrusu internettin globalleşmesi çok büyük bir olay. Videolarımızı bir çok siteye yükleyebiliyoruz. Ama kendi videolarımızı göremediğimiz gibi soru soran insanlara cevap vermemiz mümkün olmuyor. Geçen gün Youtube üzerindeki videolarımla alakalı bir kaç soru sorulmuş. Cevaplamak için yapmadığım ayar kalmadı. Bu nasıl iştir anlamadım gitti. İnsanlara ne diyeceğimi de bilemedim. Ülkemde internete sansür uygulanıyor, bu yüzden kendi videolarımızın yorumlarına erişmek mümkün değil diye yazdığımda karşımdaki insanlar ne düşündüler acaba! Valla ben bunları yazmaktan utanıyorum. Başımızdakiler ne düşünüyorlar merak ediyorum.
Ülkemizin, bu yasaklamalarda haklı olduğu bazı noktalar yok değil. Vergilendirme konusuna kesinlikle hak veriyorum. Ancak Google ve diğer bazı internet sitelerine verildiği zannedilen ceza aslında biz Türk internet kullanıcılarına kesiliyor. Dünyanın en ucuz internetini kullansak haydi diyeceğim vergi konusunda haklılar. Ancak bırakın internetin ucuz olmasını, internet servis sağlayıcılarından aldığımız paketlerin yanında yediğimiz kazıklar bile ayrı bir yazı konusu. Kablonet'iniz varsa almak zorunda olduğunuz Kablo TV veya TTnet kullanabilmek için hiç kullanmayacağınız sabit telefon ücretini ödemek ilk aklıma gelen örnekler.
İşin en acı tarafı bunlar değil. Göz göre göre yaşanan yasaklamalara rağmen sesi çıkmayan milyonlarca insan. Youtube yasaklaması sırasında, IP'ler veya DNS'ler ile uğraşmanın geçici çözümler olduğunu bağıra bağıra söylemiştim. 2 yılı aşkın zamandır sesi çıkmayan Türk internet kullanıcılarına darbe üzerine darbe iniyor. Ancak hala tepki yok. Tıpkı hayat gibi, birisine bir tokat atarsınız, sesi çıkmazsa, bir sonraki sefer ikincisini atarsınız. Ama farklı birisine tokat attığınızda, daha katmerlisini suratına yerseniz bir sonraki seferde o kişi ile uğraşmaktan kaçınırsınız. Eh biz bu zihniyetimizle tokat yemeyi bırakın hastanelik olacak şekilde dayak yemeyi hak ediyoruz.
Bugün konu dışı bir şeyler karaladım, herkese iyi tatiller diyeyim. Haftasonu bende ortalıklarda görünmeyeceğim. Hafta başında sizlere yeni sayımızla tekrar merhaba diyeceğimizi umuyorum.
Mike'dan haber var. Biliyorsunuz Venedik Kayıtları konusunda bir yazıyı Stereo Mecmuasında okumuştuk. Daha sonra benim elime CD ulaştı. İlk izlenimleri burada paylaştım. Mike'tan gelen habere göre işler büyüyor, orijinal mesaj aşağıda.
Venedik kaydımı takiben, kaydını yaptığım orkestra yaptığım kaydı o kadar beğendi ki, onları profesyonel olarak kaydetmemi rica ettiler. İlk kayıt Ekimde olacak ve şimdiden Neumann valf mikrofonlar ve bir Nagra VI multitrack kayıt cihazı için para biriktirmeye başladım bile. Tabii ki tüm etkinlik ile ilgili bir makale hazırlayıp CD’lerin çıkış tarihi ile ilgili sizi bilgilendireceğim..
Son 6-7 aydır kaleme aldığım yazılarda ve özellikle e-dergimizin "Editörden" bölümlerinde yaz aylarında son derece sıkıntılı dönemler yaşanabileceğini yazıyor ve uyarılar yapıyordum. Aslında forumlarımızın "Serbest Kürsü" bölümlerinde bu duruma başta Sn. Sinan Beşkurt olmak üzere piyasaları takip eden dostlarımız bir kaç senedir uyarılar yapıyorlardı. Sonuçta kendi sayfalarımda genel ekonomik durumlar ve takip ettiğim sektörlerle ilgili durum tespiti yazısı yazmayacağım. Farklı bir mahlas ile bu konularda yazdığım yazıları konuyla alakalı sitelerde okuyanlar vardır zaten. Benim yazılarımdan daha önemlisi ileriyi gören ekonomistler zaten yıllardır bu konuya işaret eden yazılar yazıyorlar.
Bu yazımda Stereo Mecmuası'nın yayın konularından birisi olan hifi sektörünü ele alacağım.
Sitemizin, küresel elektronik yayıncılık içerisinde yer almasını sağlamak üzere yaptığım çalışmalarda dünyanın dört bir tarafından arkadaşlar edindiğimden yurt dışındaki gelişmeleri de takip edebiliyorum. Hoş aslında bunun için çalışma yapmaya da gerek yok. Özellikle elektronik yayın yapan siteleri açtığınızda durumu sizlerde görebilirsiniz. Şimdi kısa kısa notlar...
- Head-fi, bu sene altın çağını yaşamaya başlamış durumda. Hifi'nin içerisinde daha küçük bir meraklı kitlesine hitap eden kulaklıklar, son 4-5 senedir hiç olmadığı kadar popüler hale gelmiş durumda. Özellikle internet üzerinden yayın yapan sitelerde son aylarda okuyabileceğiniz kulaklık incelemesi sayısı inanılmaz bir artış göstermiş durumda. Bunun yanında kulaklık aksesuarları olarak nitelendirebileceğimiz ampliler, taşınabilir cihazlar ve diğer aksesuarlar konusunda gerçek bir patlama yaşanıyor. Ülkemizde bu alanda pozisyon alan firma sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bundaki en önemli sebep, ürünlerin değerlerinin göreceli düşük olması sayesinde internet üzerinden alımların yapılması olabilir. 100-200 Euro seviyesinde kulaklık amplileri (head amp daha çok kullanılan bir tabir) pazarı ise tam anlamıyla şenlenmiş durumda. Lambalısı, solid state'i, hibrid yapıda olanı derken ürün çeşitliliği göz kamaştırıcı. İşin ilginci, bu seviyedeki ürünlerin performansı şaşırtıcı.
- Ülkemizde bir türlü görünür pazarda popülerleşmeyen D sınıfı -aslında T sınıfı gibi tüm dijital- amplilerde bu sene yine hareketlilik artmış durumda. Pazarın kuvvetli oyuncularından son zamanlarda çok ilginç ürünler, çok ilgi çekici fiyatlara satışa sunulmuş durumda. Bu ürünlerin ülkemizde popülerleşmemesinin en önemli sebebi hiçbirisinin arkasında firma desteği olmaması. Aslında firmalar bu konuda pek haksız değiller. Tüm dünyada durum böyle. Bu ürünler fabrika çıkışı olarak adetli satın alınmak zorunda. Ne kadar çok alırsanız, o kadar iyi indirim alıyorsunuz. Bunun yanında ürünlerin Çin menşeili olması özellikle vergiler anlamında firmaların elini kolunu bağlıyor. Bu durum sadece ülkemizde değil, tüm dünyada böyle. Önde gelen bir çok dijital sınıf ampli üreticisinin fabrikadan direkt satış yapması ise her şeyi daha da zorlaştırıyor. Ürünlerin fiyatlarındaki düşüşler ile ülkemizdeki bir meraklı da çok kolaylıkla bu ürünleri internet üzerinden satın alabiliyor ki, şu an Nuforce firmasının yeni Icon serisi de dahil olmak üzere, çevrede o kadar çok dijital sınıf ampli kullanan var ki, inanamazsınız.
-Son iki yıldır desktop audio denilen yeni bir terim ile karşılaşıyoruz. Kısaca açıklamak gerekirse temelinde bilgisayar olan, masa üstünde kullanılabilen genelde aktif hoparlör veya dijital sınıf ampli + hoparlör kullanan, genelde DAC ile desteklenmiş sistemlere desktop audio deniyor. Benim evimde bu tarz bir sistem zaten var diyebilirsiniz. Burada önemli olan nokta Logitech veya Creative gibi bilişim firmalarından ziyade hifi firmalarının hoparlörlerini kullanılması. Bu yeni yaklaşım ülkemizde de gitgide popülerleşiyor. Bu durumu gözlemlediğimden geçtiğimiz hafta Mission M-iSphere ve Audio Engine A2 incelemelerini yayınladım ve yazılar oldukça ilgi gördü. Bilgisayar sistemlerinde PC transport projesinde olduğu gibi özel sistemler kullananların yanında standart ve dizüstü bilgisayarları kullanan çok fazla insan var. DAC'lar konusunda ise son zamanlarda öylesine bir zenginlik yaşanıyor ki, şaşırmamak mümkün değil. Bu arada satır arasında ülkemize yeni bir kaç DAC girişi olacak yakınlarda. Fiyatlarında son derece makul olacağı söyleniyor. Sürprizi bozmamak için ayrıntı vermiyorum. Ama bazı firmalarımız yurt dışındaki gelişmeleri yakında takip ediyorlar ki, bu durum övgüye değer.
Miles Davis ismini günümüzde tanımayan yoktur sanırım. Sadece caz müzikle uğraşanlar değil müzik dinleyen hemen herkes mutlaka duymuştur ismini. Meraklılara en sevdiğiniz Miles Davis albümü nedir diye sorduğunuzda cevaplar genelde çok çeşitli olmuyor. Genelde herkesin verdiği cevap “Kind Of Blue” olur. Bana sorarsanız ise 1968-1970 arasındaki dönemdeki kayıtlarını çok severim. 1968 yılından itibaren başlayan Miles Davis'in elektrikli enstrümanlar ile tanıştığı dönem çoğu eski nesil caz eleştirmeni tarafından hiç sevilmeyen hatta nefret edilen bir dönemdir. Müzik dinleyicileri için ise alışılagelmiş Miles Davis müziğinden oldukça farklıdır. Bu yıllarda yaptığı albümleri belki bir çok müziksever dinlememiştir. Neyse konuyu uzatmadan isterseniz önce Miles Davis'in hayatına kısaca bir göz atalım.
1926'da doğan müzisyenin müzik kariyeri daha 16 yaşındayken başlar. Küçük gruplarda çalar ve okula gitmediği zamanlarda üye olduğu müzik kulubünde takılmaya başlar. 17 yaşında Blue Devils ismindeki bir gruba transfer olur. Bu grubun başında Eddie Randle vardır. Daha sonra Tiny Bradshaw grubuna katılır. Bu dönemde Sonny Stitt onu izlemeye almıştır. Soony Stitt müzikseverler arasında fazla tanınan bir isim değildir. Aslında müzik tarihi açısından önemli bir saksafoncudur. Müzik tarihçilerine ve eleştirmenlerine göre Charlie Parker ve Lester Young'ın tarzından etkilenmiştir. Daha sonraki yıllarda kendi sitilini oluşturmuş ve John Coltrane gibi isimleri etkilemiştir. Geçtiğimiz günlerde elime geçen güzel bir 1959 yılı Verve albümünü hazır ismi geçmişken tavsiye edeyim; Sonny Stitt Sits In with the Oscar Peterson Trio (meraklısına not: albümün plağı Speakers Corner tarafından basıldı) Bu dönemde Davis ailesi ile sorun yaşar. Ailesi okulunu bitirmesini istemektedir o ise müzik yapmak. 1944 yılında yaşadığı East St. Louis kentini Billy Eckstine orkestrası ziyaret eder. Bu orkestra caz tarihinde hep büyük orkestraların gölgesinde kalmış olsa da, dönem dönem iyi müzisyenlere okul vazifesi görmüştür. Tamda bu dönemde Dizzy Gillespie ve Charlie Parker gibi iki mühim isim bu orkestrada çalmaktadır. Performans öncesinde Buddy Anderson hastalanınca gruba bir üçüncü trompetçi gerekir ve bulunan isim Miles Davis olur. Profesyonel kariyere bir adım kala ailenin eğitim baskısı galip gelir ta ki 1944 yılının sonuna kadar.
Bir dönemin sonu geldi gerçekten! Senelerden beri keyifle kullandığım Michell Gyrodec pikabımı geçtiğimiz hafta emekliye ayırdım. Gyrodec emeklilik hayatına evimin arka odasında hazırladığım bölümde devam edecek. Aslında bu son derece hüzünlü bir durum benim açımdan. Nedeni ise bu pikabı taparcasına sevmem! Yeni nesil Michell'ler benim pek ilgi alanıma girmiyor doğrusu, Orbe, Technodec ve hatta yeni nesil gri renkli Gyrodec'ler. Ama üçüncü nesil Gyrodec'ler her türlü kullanım zorluklarına rağmen siyah renkli gövdeleri, altın rengi parçaları ve kahverengiye çalan pleksi kapak ve gövde bölümleri ile gerçekten karşısına her geçtiğimde keyifle seyrettiğim bir pikaptı. Ancak bu sayfalarda gelişimini adım adım takip ettiğiniz kendi pikabım, son yaptığım gelişmelerden sonra Gyrodec'i emekliye ayırdı.
Aslında Gyrodec benim için La Platine Verdier alacağım güne kadar kullanmayı düşündüğüm bir üründü. Ancak sonu tahminimden daha erken geldi. Halbuki ne güzel günlerim geçmişti onunla. Bazen keyifle kullandığım, bazende rahmetli John Michell'in kemiklerini sızlatacak işler yapmıştım onunla. İşte onlardan bir tanesi. Tek koldan sıkılınca, o dönem elimdeki kolların bir kısmını üzerine takıp denemeler yapmıştım. Ancak ne yaparsam yapayım, orijinal halini asla bozmadım. Bugün arka odada o eski güzel haliyle, onu her gördüğümde beni etkilemeye devam edecek.
Tabii ki onu arada sırada dinleyeceğim. Arka odada Nakamichi CR-7, Revox B77 gibi işleyen ama çok kullanmadığım diğer cihazlarla birlikte yaşamına devam edecek. Anlayacağınız Gyrodec'ime veda etmiyorum sadece emekli ediyorum.
Bakalım arka oda ne zaman dolacak. Şimdiden raflar kalabalıklaşmaya başladı bile...
Başlığa bakıp şaşıranlarınız olacaktır eminim ki; Boris Vian dinlemek! 39 yıllık kısa ömrüne çok iş sığdırmayı başaran Vian'ın müthiş kitaplarını duymayan yoktur. Okuyan ise sanırım biraz daha azdır. Okuyup anlayan, anlamaya çalışan ise daha da az olabilir. Anlamak derken, üzerinde kafa patlatmaktan bahsediyorum. Kitap okumak böyle bir şeydir ya işte. Okursunuz geçersiniz veya okursunuz sonra bir daha okursunuz, biraz ilerlersiniz, sonra dönersiniz. Bu döngüde kelimeler daha da anlamlı hale gelir. Yavaş yavaş sorgulamalar başlar. Sonra başka kitaplara göz atmak gerekir. Arkasından aynı satırlara geri dönmek. Kısacık bir kitabı bitirene kadar yüzlerce sayfa okumuşsunuzdur.
Benim Boris Vian'la tanışmam nasıl oldu hatırlamıyorum. Herhalde okuldayken gördüğümüz Fransızca edebiyat derslerinde olabilir. Sonra üniversite zamanında tekrar döndüm Vian'a. Bu kez romanların arkasındaki temellere bakmak, onları anlamak istiyordum. Bu dönemde internet ortalarda olmadığından -daha doğrusu ortalarda olmasına rağmen bilgisel zenginlik yoktu- bir konuda araştırma yapmak için klasik yöntemlere başvurmak gerekiyordu. Kitaplar ve ansiklopediler. Ben yaşlardakiler için ansiklopedinin önemi büyüktür. En büyük bilgi kaynağı onlardı. Hatta gazeteler ansiklopedi vermek için birbirleri ile yarışırlardı. Bilmem kaç kupon biriktirip, ansiklopedi ciltlerini alırdınız. Ansiklopedi derken, öyle üç beş cilt değil, 15-20 hatta daha fazla ciltten bahsediyorum. Herkesin evinde kendi imkanı ölçüsünde öyle veya böyle edinilmiş ansiklopediler vardı. Haliyle kitaplıklar vardı. Bugünkü gibi salonda masa üstlerinde süs niyetine duran az yazılı bol resimli kitaplar ise daha ortalıklarda yoktu. O zamanlar kitaplıkların doğal süsleriydi ansiklopediler. Bazıları için ise gerçek bilgi kaynaklarıydı. Sanırım zihniyetler pek değişmiyor sadece araçlar değişiyor. Bu arada konuyla ilgili aylar önce burada biraz karalama yapmıştım.
Ansiklopedilerden faydalanan insanlar zaman içerisinde ansiklopedilerin kendi arasında farklılıklarını görmeye başlar. Ülkemizde en popüler olan ansiklopediler Larousse ve Britannica olmuştur hep. Örneğin Vian'a baktığınızda haliyle Fransız kaynaklarında çok daha zengin bir içerik bulabilmeniz mümkündü. Bugün internette çok farklı değil (hemen Wikipedia demeyin, o da anglo-sakson kökenli ne de olsa) Ancak 1990'larda Fransızca daha yaygın, daha saygın bir dildi. Bugün ise İngilizce karşısında ne yazık ki, eskisinden daha kötü durumda. Bunun sosyo-kültürel bir sürü sebebi var, şimdi bunları tartışmaya gerek yok sanırım.<
Nerede kalmıştık. Ah evet, Vian.
Fransızların Pataphysique dedikleri dilimize muhtemelen Patafizik olarak çevrilen terim ile yolumuza devam edelim. Öbür türlü Vian'ı dinlemek konusundan uzaklaşmak bir yana asla asıl konuya gelemeyebilirim. Ancak kısaca Patafiziğin ne olduğuna bir bakalım. Çok temel anlatımla, resimsel çözümlerin bilimidir, örneğin bir nesneyi onun fiziksel özellikleri ile değil, diğerlerinden farklılıklarını sembolize ederek anlatmaya çalışır. Patafizik ilk adımda edebiyatı etkiledi ki, Vian'da bu gruptadır. 1960'larda ise popüler kültüre önemli yansımaları oldu. Müzik alanında John Cage bu yansımaları görebildiğimiz bir isim. John Cage, hatırlayacağınız gibi son zamanlarda bol bol bahsettiğim ve deneysel, avantgarde müziği derinden etkilemiş bir isim. Patafizik konusunda çok fazla Türkçe kaynak bulabileceğinizi zannetmiyorum. Ama internet üzerinden güzel makalelere ulaşabilirsiniz. Bonus olarak Dadaizm hemen arkasından sürrealizm konularına bir göz atmak faydalı olacaktır. Aslında en güzeli konuyu en baştan ele almak. Günümüzde sanat, düşünce akımlarını okuyabileceğiniz Türkçe kaynak sayısında bir miktar bir artış var. Ancak kitap dünyasında (satış, pazarlama yani kısaca endüstriyel anlamda) da müzik de olduğu gibi bence geriye gidiyoruz.
Vian'ın hemen her konuya el attığından bahsetmiştim yazının başlarında. Romanlarını zaten bir çoğumuz okumuşuzdur. "J'irai cracher sur vos tombes" (Mezarlarınıza Tüküreceğim), "L'Écume des jours" (Günlerin Köpüğü) "L'automne à Pékin" (Pekin'de Sonbahar) "Les morts ont tous la même peau" (Ölülerin Derisi Hep Birbirine Benzer) bir çırpıda yazdıklarım ve sanırım en bilinenler. Benim için "Günlerin Köpüğü)"nün önemi bambaşkadır. Vian'ın romanları haricinde el atmadığı alan yok gibi. Denemeler, şiir, dolaylı (tam anlamıyla dolaylı da sayılmaz) yoldan da olsa sinema, tiyatro, liste uzar gider... Ancak "Mezarlarınıza Tüküreceğim"in ardından yaşananlardan sonra farklı alanlara da kaymıştır. Sebebini anlamak için romanı okumanız yeterli. Romanı, yazının ilk başlarında yazdığım şekilde, okumuş olmak için okursanız, romanda olup bitenler sizi sinirlendirebilir hatta -eğer bitirebilirseniz- kitabın sonunda, Vian'a sağlam küfretme olasılığınız vardır. 1940'ların sonunda bu romanı okuyanlar kimbilir neler düşünmüşlerdir. Sonunda kitabın satışının önünde engeller çıkartılır ve yayınevi dolayısıyla Vian'a para cezaları yağdırılır.
Sonunda konuya gelebildik. Yani galiba :)
Vian, 1940'larda caz müzikle alakalı yazılar kaleme almaya başlar. Bu yazılar kalburüstü müzik dergilerinde yayınlanır. Jazz Hot ve Jazz News iki önemli dergidir. Ayrıca yine aynı dönemde Fransız Philips plak şirketinin sanat yönetmenliği yapar. Fransız müzisyen Henri Salvador, Vian için "cazın aşığıydı, caz için yaşardı, kendisini en iyi cazla anlatırdı" der. Ölümünden kısa bir dönem önce Fransız yeni klasiğinin önemli ismi Darius Milhaud ile birlikte bazı çalışmalar yapmıştı. Bu arada Milhaud demişken, biliyorsunuz yapıtları Fransa'da Charlin Records tarafından yeniden basılıyor. Charlin ismi pek tanınan bir isim değil. Stereo Mecmuası'nın klasik absürdlüklerinden bir tanesi olarak André Charlin ile ilgili bir makaleyi sitemizde yayınlamıştık. Şiddetle buradan bir göz atmanızı öneririm. Sonuç olarak II. Dünya Savaşı öncesinde Fransız toplumunun caza olan ilgisi gibi, Vian'da da son derece yüksek bir seviyedeydi.
Savaşın başlamasıyla ortaya çıkan Zazou hareketi ile de alakası olduğunu biliyoruz. Zazou neyin nesidir diye soracağınıza eminim. Aslında çok ilginç bir akım. Belki de alt kültür denilebilir. Almanlar Fransayı işgal ettiklerinde özellikle Vichy Fransa'sında başlayan ve daha Amerikan cazı dinleyen, bu müziği dinleyenlerin oluşturduğu kulüplerde buluşan ve son derece acayip kılık kıyafetleri olan bir alt kültür oluşumuydu. İşgal döneminde akım ülkenin kuzeyine doğru da genişlemişti. Rengarenk ve dönemine göre acayip kıyafetler giyen insanlar caz kulüplerinde çılgınlar gibi dans ediyorlardı. Zaman içerisinde Zazou akımı daha bohem bir şekle bürünür. Bunun en büyük sebebi Fransa'da milliyetçilerden aldıkları tepkilerdir. Ben şahsen Zazou'ları birazcık hippie'lere benzetiyorum. Öyle veya böyle Zazou'lar Fransız cazının gelişmesinde çok önemlidirler. Bu arada aklıma gelmişken Montmartre'de filizlenen caz ile alakalı, Stéphane Grapelli - A Life In The Jazz Century belgeselinde çok güzel bilgiler bulabilirsiniz ki bizzat Grapelli kendisi anlatıyor o günleri. Stéphane Grapelli bildiğiniz gibi Django Reinhardt ile birlikte kurdukları "Quintette Du Hot Club de France" grubuyla savaş öncesi ve hatta sonrasının en önemli Fransız caz grubuydu.
Konu yine dağılıyor. Haklısınız.
Müzik ve Vian birbirlerinden ayrılmaz bir ikiliydi. Asıl ilginç olan Vian'ın trompet çalmasıydı. Annesinin piyano ve arp çalmasının, Vian'ın müziğe yaklaşması ile doğrudan alakası olduğu bir gerçek. Vian'ın caz arenasında müzisyen olarak yer alması Saint-Germain-des-Prés semtindeki "Le Tabou" isimli minik kulüple olmuştur. Kısa zamanda şehrin en önde gelen kulübü haline gelen "Le Tabou" bir yandan da her türden meraklıların buraya akın etmesi ile cazın yanında farklı alanlarda da öne çıkar. Varoluşçular bir yanda tartışırken, ilerleyen yıllarda sahnelerde gözükecek isimler ilk adımlarını burada atmaya başlarlar ki, en önde gelen isim Juliette Greco'dur.. Sayfa boyunca resimlerini gördüğünüz "Ah ! Si j'avais un franc cinquante" (Ah! Bir buçuk frank'ım olsaydı diye çevirsem daha anlaşılır olacaktır diye umuyorum) plağının adını Vian'ın "Le Tabou" kulübü için yazdığı ufak bir dizeden alır. Herhalde, bir içki daha içebilmek için bir buçuk frank :) Daha sonra farklı kulüplerde çalmaya devam eder, savaş sonrası Charlie Parker, Miles Davis ve özellilkle Duke Ellington gibi Amerikalı caz müzisyenlerinin konserler düzenlemesi için yardım eder ve müziği ülkesinde sevdirebilmek için sayısız yazı ve eleştiri yazar. Bu arada II. Dünya Savaşını yaşamış bir insan olarak savaştan nefret etmiştir. Fransa'nın özellikle Hindiçini arkasından da Cezayir'de savaşa girmesine karşıdır. "Le déserteur" (Askerden kaçan, kaçak) şarkısı büyük ses getirir ama başı yine dertten kurtulmaz. Ömrünün son dönemlerinde ise yukarı paragrafta yazdığım gibi Darius Milhaud ile çalışır. Onun için bazı pasajlar kaleme alır.
Vian'ın çok bilindik bir sözü vardır, Sadece iki şey vardır; güzel kızlarla aşk, her şekilde aşk; bir de New Orleans veya Duke Ellington'ın müziği. Geri kalan her şey gitmeli, çünkü geri kalan her şey çirkindir... İşte bu söz "Ah ! Si j'avais un franc cinquante" ve diğer plaklarını anlatıyor. İlk dönemlerde Vian, Claude Abadie ile birlikte çalmıştır. Claude Abadie hakkında çok fazla bilgi yok elimde. Klarnet çaldığını ve "Le Tabou" caz grubuna önderlik ettiğini biliyorum. Sanırım o dönemlerde 30'lu yaşlarında olması lazım, hatta Vian'dan 3 yaş büyük olmalı, tam hatırlamıyorum. Bu dönemde kardeşleri Alain ve Léilo da bu grupta müzik yapıyordu. Daha sonra Vian, "Le Tabou" topluluğunun lideri olur.
Buradaki en büyük dilemma şudur. Vian ismi büyük bir isimdir. Edebiyatın yanında Fransız caz piyasasında da. Müzisyenliğini bir kenara bırakırsak eleştiri yazıları ile Fransız sahnesine yön verebilme yetisine sahipti. Soru şu, acaba iyi müzisyen olduğu için mi müzisyenler onunla çalışıyorlardı yoksa Vian olduğu için mi? Yazılan çizilen göre Vian isminin bu noktada çok önemli olmadığı. Onun müzik adına fena olmayan fikirleri vardı ve o dönemin yeni gelişen Fransız caz dünyasında müzisyenlerin birlikte çalmak isteyecekleri bir isimdi.
Albümde Whispering, Basin Street Blues, Time's A Wainstin, Sweet and Be Bop ve Rose Room Paris'te 1947 yılında kaydedilmiş. 1947 kaydında trompette Boris Vian, alto saksafonda Hubert Fol, tenor saksafonda Guy Montassut, piyanoda Raymonde Fol, gitarda Roger Karakussian ve Claude "Doddy" Leon davul. Rosetta, Que Reste T'ill De Nos Amours, I've Found A New Baby, Hoenysuckle Rose ise 1944'de Paris'te kaydedilmiş. Bu kez Boris Vian kornet çalıyor. 1944 kaydında ise klarnette Claude Lutter, tenor saksafonda Jef Gilson, piyanoda Jean Marty, basta Alix Bret ve davulda Georges Leclerc var.
Kısaca müzisyenlere bir bakalım isterseniz. Hubert Fol, çeşitli üflemeli enstrümanları çalabilen bir müzisyen. Kardeşi Raymond ile birlikte Fransız bebop ve swing müziğinin kalburüstü müzisyenlerinden bir tanesi. Savaş sonrasında Django Reinhardt orkestrasında isimlerini duyurmuşlar. Guy Montassut çok fazla kaynak bulunabilecek bir isim değil. Saint-Germain-des-Prés'teki yeni bohem hayat içerisinde ortaya çıkmış, eşlik etmekten fazla ileriye gidemeyen bir isim. Zaten Vian grupları haricinde çalışması yok. Raymonde Fol ise uzun zaman Fransız caz dünyasında görülmüş bir piyanist. Sanırım ilk çalıştığı isimlerden bir tanesi Boris Vian. Daha sonraki yıllarda kendi gruplarını kurmuş ve en önemlisi kardeşi ile Django Reinhardt orkestrasında çalışmış. En bilindik albümü herhalde Jazz In Paris - Les 4 Saisons. Bu albüm Vivaldi'nin Dört Mevsiminin caz aranjmanı (aslında daha çok çeşitlemesi) yapılmış versiyonu diyebiliriz. Gitarist Roger Karakussian ise Quintette Du Hot Club de France'ın ritm gitar anlayışını benimsemiş bir müzisyen. Yine "Le Tabou" döneminin bohem isimlerinden bir tanesi. Vian sonrasında ortadan kaybolup gidiyor. Davulcu Claude "Doddy" Leon'da hareketli Saint-Germain-des-Prés caz hareketinde çeşitli kulüplerde çalmış bir isimdi. O da fazla tanınmaz.
1944 yılındaki kayıtlara kısaca göz atmak gerekirse. Jef Gilson'ın asıl adı Jean-François Quiévreux'dür. Aslında bu müzisyen üzerinde biraz durmak lazım. Lloyd Miller ve Hal Singer gibi müzisyenlerle çalışma fırsatı da bulan Jef Gilson, ilerleyen yıllarda özellikle 1960'larda kendi grupları ile Fransa'da bayağı popüler olmuş. Hatta Stereo Mecmuasında sık sık bahsettiğimiz Magma'dan Cristian Vander yaptığı bazı çalışmalar var. Jean Marty ve Georges Leclerc hakkında ise fazla bilgiye ulaşmak mümkün değil ne yazık ki. Alix Bret ise ilk dönemlerde bebop çalarken ilerleyen yıllarda Manouche müziği çalmaya başlamış ve çok önemli olmayan gruplarda bası ile görülmüş. 1944 kaydındaki en önemli isim hiç kuşku yok ki, Claude Lutter. Soprano saksafon ve klarnet çalabilen müzisyen 1940'ların sonunda özellikle Sidney Bechet ile çalma imkanı bulmuş. Hatta bir çok Avrupa konserinde ona eşlik etmiş. Bir süre de Barney Bigard ile birlikte çalışmış. Aslında mantık olarak baktığınızda 1944 kadrosunda iyi müzisyen ve soloistler var. Zaten Rosetta, Que Reste T'ill De Nos Amours, I've Found A New Baby, Hoenysuckle Rose şarkılarında bu durum bariz şekilde fark ediliyor.
Albüm yukarıda yazdığım gibi 1940'ların Amerikan caz akımlarından son derece etkilenmiş müzisyenlerin çaldığı bir albüm. Yaratıcılık, önemli sololar veya ilginç aranjmanlar yok. Aranjmanlarda bariz şekilde Django Reinhardt ve Quintette Du Hot Club de France etkisi var. Albümün en ilginç şey Whispering şarkısında Ah ! Si j'avais un franc cinquante için yazılan dizeler. Tabii o yıllarda caz müziğinin Avrupa'daki yansımaları, 1944 gibi savaşın devam ettiği bir dönemde yapılması ve erken Fransız caz müziğine bakış atmak açısından ilgi çekici bir deneyim olduğu gerçek. Etkiyi arttırmak için Mezarlarınıza Tüküreceğim okunurken dinlenmesi ise tavsiye olunur.
Meraklısına içerik,
Boris Vian et son orchestre avec Claude Luter - Ah ! Si j'avais un franc cinquante (CBS 63313)
A Yüzü
Whispering (Shonberger - B.Vian) Basin Street Blues - (S. Williams) Rose Room - (Wick - Williams) Time's A Wainstin' (M. Ellington - T.Pearsons)
B Yüzü
-Sweet and Be Bop (A.Jeffries) -Rosetta (E. Hines - H.Woode) -Que Reste T'ill De Nos Amours (C.Trenet) -I've Found A New Baby (Williams - Parker) -Honenysuckle Rose (F.Waller - A.Razaf)
Bu albümle ilgili yazı yazmanın tek sebebi Vian'dan bahsetmektir. Yazarın müzisyen kişiliği ile ilgili dilimizde fazla bir bilgi olmaması sebebi ile bu yazımın bir gün birilerinin dikkatini çekip, yararlanabileceğini umuyorum. Yine çok uzun bir yazı oldu, okuduğunuz için teşekkürler. Aşağıda Le Tabou'nun mottosu Ah ! Si j'avais un franc cinquante şarkısını dinleyebilirsiniz.
not: Ortada son derece sarkastik bir durum yok değil. Farkındayım. Bu arada sarkastiğin Türkçesini yazayım dedim ama alaycı olarak çeviriliyor. Kastım o olmadığından orijinalini kullandım. Bu durum yazınsal anlamda biraz absürd oluyor kabul. Nietzsche gibi anlatmak için hangi dilde ihtiyacını hangi kelime karşılıyorsa onu kullanmak yaklaşımını benimsiyorum. Vian albüm eleştirisi yayınlamak nasıl tanımlanır ki başka :) not 2: yazımda bahsettiğim albüm bulunmaz hint kumaşı tadında değil. Özellikle Fransız ebay'i başta olmak üzere merak edenler çok uçuk olmayan rakamlara edinebilirler. not 3: bu plağı seneler önce hediye eden arkadaşıma teşekkürler. O kendini biliyornot 4: yeni nesil Türk internet kullanıcısı için konunun özeti: Boris Vian candır!not 5: Nietzsche'den kazara bahsedince ve alt alta maddeler yazınca dayanamayıp bir şey yazmam lazım. Daha fazla bilgi için Der Antichrist'in yasa bölümü! gerisi kendiliğinden gelir!
Deutsch-Amerikanische Freundschaft, benim son zamanlarda kafayı fena taktığım ilginç bir Alman grubu. Grubun müziğini tanımlamak güç. Allmusic kullanıcıları, Electropunk, NDW, Industrial music olarak tanımlıyor. Tanım bayağı karışık oldu. Ben ise elektronik-punk derim kısaca. Hemen bir kaç parantez arası bilgi. NDW, Neue Deutsche Welle yani "Yeni Alman Akımı" anlamına geliyor. Aslında bu tanım sinema içinde kullanılıyor ama müzikte punk, rock yapan grupların endüstriyel öğelerle birleşmesi olarak açıklanabilir. Bu akım oldukça dallanıp budaklanıyor ki, Kraftwerk'te bu türün öncülerinden bir tanesi. Ancak Deutsch-Amerikanische Freundschaft (D.A.F.) daha çok türün punk tarafına yakın. Grup aslında oldukça eski, 1978 yılında kurulmuş. Vokallerde Gabriel "Gabi" Delgado-López, davul ve elektronik enstrümanlarda Robert Görl, yine elektronik enstümanlarda Kurt "Pyrolator" Dahlke, bas gitarda Michael Kemner ve gitarda Wolfgang Spelmans topluluğun kurucu ekibi. Daha sonraki yıllarda Chrislo Haas, Kurt Dahlke yerine topluluğa katılmış.
Topluluğun ismi Alman-Amerikan Arkadaşlığı anlamına geliyor. Bu ismin seçilmesindeki sebep DSF yani East German Deutsch-Sowjetische Freundschaft (Doğu Alman-Sovyet Arkadaşlık Cemiyeti) ile dalga geçme amacı da taşıyor. Bu arada o yıllarda malum Almanya ikiye bölünmüş durumdaydı. Deutsch-Amerikanische Freundschaft, Batı Alman bir topluluk. Topluluğun diskografisi şu şekilde;
1979 Ein Produkt der Deutsch-Amerikanischen Freundschaft
1980 Die Kleinen und die Bösen, 1981 Alles ist gut 1981 Gold und Liebe 1982 Für immer 1986 1st Step to Heaven, 2003 Fünfzehn neue D.A.F-Lieder
Ben, "Die Kleinen und die Bösen", "Alles ist gut" ve "Für immer" albümlerinin plaklarını bulup almıştım. Zaten yukarıda resimdekiler bendeki plaklar. Diğer albümleri de edindim ama plaklarına sahip değilim. Şimdilik...
Topluluğun müziğini anlatmak gerekirse Kraftwerk'in elektronik öğelerinin bir kısmını alıp, Krautrock ve punk ile karıştırın. Üzerine kafa karıştırıcı (çoğu zaman tekrar eden) sözler ekleyin. Ortaya Deutsch-Amerikanische Freundschaft'ın müziği çıkmaya başlar. Bu arada ilk üç albümden başta "Alles ist gut" mutlaka edinilmeli. Arkasından Die Kleinen und die Bösen ve debut albümü alınabilir. 1980'li yıllarından başından itibaren (aslında Alles ist gut sonrası) elektronik öğeler artıyor. "Alles Ist Gut" gerçekten evlere şenlik, Sato-Sato, Der Mussolini ve Rote Lippen şarkılarında (A yüzünün ilk 3 şarkısı) nakavt olmazsanız topluluğu kesin seversiniz. Der Mussolini'nin canlı performansını Dailymotion'da buldum, videosunu aşağıda seyredebilir. Ufak da olsa bir fikir sahibi olabilirsiniz. Bu şarkı yüzünden Almanya'da başı bayağı ağrıyan topluluk zaman içerisinde tarzını pek değiştirmemiş. Hatta Fünfzehn neue D.A.F-Lieder albümünde bu kez Amerika'ya bayağı çatıyorlar.
Topluluğun diskografisini araştırırken eğer single'lara girişirseniz olayın içinden çıkabilmek mümkün değil. Yapılan remix, yeniden düzenlemenin gerçekten hesabı yok. Krautrock seviyorsanız, punk ile alakanız varsa, tüm bunlar dinleyip Kraftwerk'e burun kıvırmıyorsanız (Kıvırmayın zaten çok ayıp, şaka şaka!) D.A.F dinleyerek keyifli vakit geçirebilirsiniz. Bu arada Rammstein gibi toplulukların köklerini arıyorsanız yolunuz bu delilerle mutlaka kesişecektir. Meraklısına bulunmaz bir hazine...