Bu nasıl bir kitap adı diye düşünebilirsiniz. Grand Grimoire veya benzeri bir okült/ ezoterik kitap değil. Bu son derece esprili bir dilde yazılmış bir sözlük. Ambrose Gwinnett Bierce yada kısaca Ambrose Bierce son derece ilginç bir yazar. Editör yazıları, kısa hikayeler, gazete yazıları ile tanınır. Satirist yaklaşımları dikkat çekicidir. Satirist yaklaşım dilimize nasıl çevrilir bilemiyorum. Belki yermek veya yergi demek doğru olur. En bilindik eserleri bir kısa hikaye olan "An Occurrence at Owl Creek Bridge" (Baykuş Deresi Köprüsünde Bir Oluşum diye çevirsem doğru olabilir. Bu hikaye dilimize çevrildiği konusunda bir bilgim maalesef yok) ve yazımıza konu olan meşhur "The Devil's Dictionary"dir (Şeytan'ın Sözlüğü) Sözlüğün ortaya çıkışı bendeki bilgilere göre San Francisco kökenli ekonomi dergisi News Letter'da olmuş. 1868 yılında bu dergide editör olarak çalışmaya başlayan Bierce 1969 yılından itibaren sözlük üzerinde çalışmaya başlamış. İlk bölümler ise 1881 yılında ortaya çıkmış. 1881 yılından 1904 yılına kadar aralıklı devam eden yazıların ilk bölümü 1906 yılında yayınlanmış. İkinci bölüm ise 1911 yılında yayınlanıyor.
Kitap ülkemizde Omega Yayınevi tarafından 2005 yılında Cemal Atila çevirisi ile yayınlanıyor. Burada kafa karıştırıcı bir konu da yok değil. Piyasada bu kitabın farklı kapakla yayınlanmış versiyonları da var. Omega'dan yayınlanan kitabın tam ismi Şeytan'ın Sözlüğü Toplumsal Değerlere Aykırı Düşenlerin Kitabı. Arka kapakta Giovanni Scognamillo yazısı var. Orijinal kapakta yukarıda mevcut. Kitabın fiyatı yaklaşık 7TL. Ama kitap evlerinde promosyon havuzlarında 5TL'ye bulabilirsiniz. Şanslıysanız tabii. Farklı kapaklı baskılar mevzuunu araştırıyorum, bir bilgi bulursam buraya eklerim.<
Sözlükte, çeşitli maddelere yazılmış çok keyifli, akıllıca ve bazen şaşırtıcı açıklamalar var. Bunların bir kısmı son derece spesifik ve anlamak zor. başarılı notlarla konu açıklanmaya çalışılmış. Kitabı anlatmak kolay değil. İsterseniz bir kaç örnek vereyim;
Reform: İyileştirmeye karşı olanları en çok memnun eden şey. Samimiyet: Aptalların karşılıklı yıkımları için ihtiyatlı bir şekilde içine sürüklendikleri ilişki. Talihsizlik: Asla ıskalanmayan bir talih türü.
Aslında Bierce'nin sözlüğü bir kitap okur gibi okunabilecek bir yapıt değil. Arada sırada aklınıza geldiğinde açıp okunacak ve gülümsetecek (ve düşündürecek) bir yapıt.
İngilizcesi iyi olan dostlarımız orijinal metni Project Gutenberg içerisinde buradaki linkte bulabilirler. Project Gutenberg duymadıysanız mutlaka ziyaret edin. Dünyanın bence en önemli kitap projesi. Bildiğim kadarı ile Türkçe kaynaklar bulamıyor. Bu proje kapsamında çok sayıda kitap ücretsiz olarak sunuluyor. Çeşitli elektronik dergi formatlarında kitap indirebiliyorsunuz. Bu kitap veya belgelerin ortak özelliği tüm eserlerin lisans sözleşmeleri dışında kalması. Son kullandığımda 33bin civarın elektronik kitaptan bahsediliyordu. Özellikle tarih ve mitoloji meraklılarının uğramasını tavsiye ederim. Tabii bunlar benim ilgi alanlarım. Kimbilir daha neler vardır. O yüzden göz atmak şart!
Ben tatildeyken müzik piyasası yine bir tartışmanın içerisine girmiş. Tatildeyken konudan haberim oldu ve konuşulanları izledim ve dinledim. Yeni tartışmanın temelinde yine Fazıl Say var ve yaptığı açıklamanın satır başları şu şekilde;
“Arabesk müzik, arabesk yaşam tarzının betimlemesidir. Aydınlığın, çağdaşlığın ve öncülüğün, sanatçılığın sırtına külfettir. Emek karşıtıdır, duyarsızlıktır ve yaratamamaktır! Etik dışı “yalan dolanla” doludur. Ortadoğu işi, 3. sınıf, acındırmaca, tembellik, yeteneksizlik, rant, çamur, muallaklıklar üzerinden yaşar. Arabesk müziği yapan yapsın! Bu sayfaya tek gık diyeni yukarıdaki sebeplerden hemen atacağım! Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum”
Ben kendi adıma farklı fikirlerin paylaşılmasını ve tartışmaya açılmasını önemli buluyorum. Ancak beğenmediğim, hoşuma gitmeyen şeylerle ilgili bir şeyler yazacağım zaman, özellikle, mümkün olan en fazla dikkati göstermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Dikkat edilmediğinde olanlar oluyor. Fazıl Say, fikirlerini keşke daha sakin bir şekilde ifade etseymiş. Bu açıklamalardan sonra olanlar oldu. O müziktir, bu müzik değildir tartışması, yeni bir konu değil. Sadece bize özgü bir konu değil. Tüm dünyada aynı tartışmalar mevcut. Dozaj çoğu zaman bizdeki kadar yoğun oluyor. Ancak gazete manşetleri yerine müzik dergilerinden/sitelerinden takip edebiliyorsunuz. Bizim medyamız tartışma sevdiğinden, bazen böylesine tartışmalar gündemin en üst sırasına oturuyor.
Bu tarz tartışmalar yerini daha sert davranış tarzlarına da bırakabiliyor. Örnek mi istiyorsunuz, hemen vereyim. Ben ortaokul çağlarındayken Acid diye bir müzik tarzı çıkmıştı. Oraya buraya sarı gülen yüzler çizen dinleyiciler, bana o zaman garip gelen son derece hızlı elektronik ritmler eşliğinde dans ederlerdi. Bunun tam aksi yönünde ise Heavy Metal vardı. O dönemin batıya dönük underground müzik arenasının 2 dominant müziğini dinleyenler arasında savaş koptu. Acid-Metal savaşları denilen şey başladı. Aslına bakarsanız birbirimize yumruk sallarken bunun kökenlerini hiçbirimiz bilmiyorduk ama tartışmanın (veya kavganın) kökeninde aslında müzikten fazlası vardı. Konuyu toplumsal, sosyal ve ekonomik açıdan incelediğinizde kitaplar yazacak kadar derin olduğunu fark edebiliyorsunuz. Arabesk konusunda da, benzer bir durum söz konusu. Arabesk, ülkemizde bir vakadır ve bir kalemde silinecek, yok sayılabilecek bir şey değildir. Konuyu kültürel, toplumsal, sosyal ve ekonomik açıdan incelediğimizde ortaya çıkış hikayesini, gelişmesini daha iyi anlayabilmemiz mümkün. Hatta 1980'lerin Türkiye'sine dikkatlice bakmak gerekir.
İzmir I. Sanayi Sitesinde çalıştığım dönemler, Arabesk denilen müzik tarzının müzik piyasasını domine ettiği dönemlerdi. Seyyar arabalardan süzülen birbirine benzeyen melodiler, yanık sesler bana hitap etmiyordu ancak atölyelerde çalışan insanlar molalarında, derme çatma müzik setlerinden bu müziği dinleyip, uzaklara dalıp gidiyorlardı. Onların dünyevi sorunlarına, duygularına ve hayallerine hitap ediyordu belli ki bu müzik tarzı. Onlar, aşkı, sevgiyi benden farklı yaşıyorlardı belli ki. Aslında duygular aynıydı ama şehrin farklı yerlerinde yaşayanlar, farklı değer yargıları olanlar için yaşam dolayısıyla duygular her zaman aynı yaşanmaz. Arabesk müziğinde sessiz bir isyan vardı sahip olunamayan her şeye. O dönemlerde bende en uçlarda gezinen Heavy Metal gruplarını dinliyordum. İçimdeki şiddet duygusunu bastırmama yardımcı oluyordu. Sanırım müzik işte böyle bir şey, bazen müziğin tarzı, müzisyenler, teknik gibi konuların hiçbir önemi olmuyor. O melodileri duyduğunuzda sizi nereye götürdüğü ile önemli.
Müzik son derece kişisel bir şey. Ona yüklediğiniz anlam önemli. Hoşumuza gider ve gitmeyebilir ama onu yargısız infaz etmeye hiç gerek yok. Ha illaki bir şey yargılanacaksa, 1980'lerden günümüze ülkemizi yargılamayalıyız. Yapılanları, yapılamayanları... Bunlara sebep olanları.
Yüzlerce web sitesinin sansürlendiği, ifade özgürlüğünün 2 ileri 5 geri gittiği bir ülkede müzik tarzlarına sıra gelene kadar üzülecek çok yavşaklık (çok affedersiniz) var. Gerçekten garip bir ülkede yaşıyoruz...
not: Adam haklı Beyler demeden önce Fazıl Say'ın twitter sayfasına bir göz atın.
Son zamanlarda bloğum biraz karmaşık bir hal almıştı. Bende üşenmeyip hemen her şeyi elden geçirmeye karar verdim. Özellikle sayfanın altındaki meta-tag'leri güncellemeye çalışıyorum. Umarım ben dahil okuyucuları aradıklarını daha rahat bulabilirler.
1958'lerden harika bir dergiden hifi sistemlerine dair harika bilgiler. Aradan geçen 50 yılı aşkın sene de pek bir şey değişmemiş galiba. Resimleri özellikle büyük eklemek istedim. Çünkü okudukça gülümsüyorsunuz. Resimleri büyütmek için üstlerine tıklayabilirsiniz. Bu güzel taramaları Hifi Literature sitesinden aldım. Orijinalleri işte burada... Bir ara bunları Retro sitemize de eklemeliyim...
Albüm kapağında sazı görünce bu yazıyı okumaktan vazgeçecek sabit fikirli okuyuculara sahip olmadığımız için bu CD'yi kendi bloğuma konuk etmeye karar verdim. Ülkemizde son günlerde müzik piyasasında yaşanan tartışmaları hepiniz biliyorsunuzdur. Böyle saçma sapan işlerle uğraşan insanların nasıl müziksever olduğunu anlamakta bazen zorlanıyorum. Benim için konu çok açıktır; hiç kendimi üzmem. Bir albüm, ruhuma hitap ediyorsa müzik tarzına hiç bakmam. İster İskandinavya'nın sisler içerisindeki fyordlarını çevreleyen ormanlardan süzülsün, isterse Afrika çöllerinde deve sırtındaki bedevilerin güneş enerjisi ile beslenen gitar amplilerinden (böyle şey mi olur demeyin örnek Tinariwen) süzülsün, isterse hiç görmediğim coğrafyalarda, ismini bilmediğim enstrümanlarla yapılsın müziğin ruhu varsa, benim için sorun yok. Dinlerim... Zaten neredeyse dört seneyi bulan Stereo Mecmuası birlikteliğinde her türlü zorluğa rağmen ayakta durmamızın sebebi benim gibi düşünen insanların verdiği desteklerdir.
Ali Yılmaz, benim hiç duymadığım bir isimdi. Albümün duyurusunu burada yapmıştık. Bende merak ediyordum doğrusu. Albümü edindim ve keyifle dinledim. Benim halk müziğimizle alakalı engin bilgilerim yok ama özellikle Alevi türkülerine kafayı takıp araştırmalar yapmıştım. Bu söylediğimi yaptığım dönemlerde çok sıkı bir ekstrem müzik dinleyicisiydim. Sanırım bu ilgimin başlangıcı Ankara gezisinde olmuştu. İsminin TOBAV olduğunu hatırladığım bir lokale gitmiştik. Orada duyduğum melodiler beni çok etkilemişti. Zaten sonrasında fırsat buldukça Sabahat Akkiraz, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek gibi isimleri öğrenmiş ve dinlemeye çalışmıştım. O yıllardan günümüze inişli çıkışlı grafiklerle de olsa araştırmalarıma devam ediyorum. THM ile alakalı şu an bile söyleyebilecek fazla sözüm yok, dinlediğim albümlerle ilgili sadece hissettiklerimi yazabilirim.
Haydi isterseniz Ali Yılmaz'ın hayatına bir göz atalım. Hikayesi çok ilgi çekici. Hemen özetleyeyim, hemşehrim olan Ali Yılmaz, küçük yaşlarda müziğe ilgi duymuş ve darbuka çalmaya başlamış. Babası darbuka çalmasını istemediğinden ona bir bağlama almış ancak kısa süre sonra babasını kaybedince bağlama duvarda asılı kalmış. On'lu yaşlarında eve katkı sağlamak için pavyonlarda ve düğünlerde müzik yapmış. Ondokuz yaşında ise bir arkadaşıyla tartışıp tekrar bağlamaya dönmüş. Daha sonra Ege Üniversitesi Konservatuvarına girmiş son sene okulu bırakıp, ünlü olmak hayali ile İstanbul'a gelmiş. CD kitapçığında bu dönemi çok güzel anlatmışlar; "Bambaşka bir dünya olan İstanbul, İzmir'in yetenekli bağlamacısına hemen kucak açmadığından, başladığı noktaya, pavyon müzisyenliğine geri döndü" Nasıl macera değil mi? Tabii bunu yaşayana sormak lazım aslında. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuvarına girmiş ve İstanbul'da da tanınmaya başlamış. Çok sayıda enstrümanı çalabilen Ali Yılmaz'ın ilk albümü "Son Durum"
Albüm, safkan bir halk müziği albümü değil. Anadolu melodilerinin yanında, Azerbaycan'dan ve Ege'nin karşı tarafından esintiler var. Tüm bunlar melodiler, yapılan aranjmanlar ile farklı enstrümanlar ve tarzlarla birleştirilmiş. Albüme "fusion" diyebilmek mümkün. Esthema'nın Apart From Rest albümünün Türkiye prömiyerini ben yapmıştım hatırlıyorsanız. Tıpkı o albümdeki gibi bu albümde son derece samimi.
Albümde çok sayıda müzisyen görebilmek mümkün. Liste son derece uzun basgitar: Nurhat Şensesli, davul: Volkan Öktem, elektrik gitar: Ayhan Günyıl, perküsyon: Ömer Arslan, trompet: Charles Dawson, tuşlu çalgılar: Özgür Arkun, bakır üflemeliler: Erkut Yılmaz, Klarnet: Bülent Altınbaş (bu arada Kirpi albümünü 6Moons'tan Srajan'a göndermiştim, bayılmış) rhodes: Fırat Özbaylar diye liste uzadıkça uzuyor.
"Açıl Ey Ömrümün Varı"(Anonim), "Anacan" (Ali Yılmaz), "Şen-Ar" (Şenol Arkun, muhtemelen şarkının ismi isim soysiminin baş hecelerinden oluşturulmuş) "Hasret" (Özgür Arkun) albümün ilk dört şarkısı. Daha batılı düzenlemelere sahip bu dört şarkının ardından "Ürüzgar" (Ali Yılmaz) şarkısı benim özellikle ilgimi çekti. Buram buram Ege kokan şarkının ilk bölümündeki piyano bölümü ve arkasından gelen duygu dolu bölümler çok hoşuma gitti doğrusu. Azeri melodileri ile dikkat çeken "Guba'nın Ağ Alması"nın ardından dört telli bağlamanın farklı tonlarını duyabileceğimiz "Özlem" (Göksel Baltagir) benim gibi farklı saz tonlarına alışkın olmayanlara ilginç gelecektir. "İstanbul" (Özgür Arkun) ise tam anlamıyla Ege şarkısı. Şarkı mübadele ile alakalı duygularla yazılmış.
Bu noktada hemen bir parantez açayım. Çoğu İstiklal Harbi sonrasında başlayan mübadele döneminde herkes İstanbul'dan giden Rumları, Selanik'ten gelen Türklerin hikayelerini ön plana çıkartıyor. Ancak olay bununla sınırlı değil. Anadolu'nun her yanından giden Rumlar ve bugün Yunan Adaları olarak tabir edilen adalardan gelen Türkler işin içerisine girince olayın boyutları büyüyor. Sadece bu değil, her iki toplum çok uzun zaman kendi halklarında da kabul görmemiş. Bu da ayrı bir trajedi.
Çocukluğumda bu olayları anlamazken Yunanlılar hakkında ne düşüneceğimi bilememiştim. Hemen iki örnek vereyim. Çocukken, Rodos adasına gittiğimizde yaşlı Rum amcalar Yaşar'ın (hiç görmediğim dedemin ismi) torunları gelmiş diye beni ve kardeşimi öperlerdi. Babamla kucaklaşırlar ve her gittiğimiz yerde bizi sevgiyle karşılarlardı. Bazende olumsuz olaylar yaşadığımız olurdu. Bir gün dedemin mezarını ziyaret etmek için taksiye binmiştik. Yolun ilerleyen kilometrelerinde babam Türk mezarlığına (Rodos'taki) doğru dön dediğinde taksici ıssız bir arazide bizi arabasından indirmişti. Sebebini merak ediyorsanız, Türk mezarlığına gitmezmiş. Sadece bu değil, Türkiye'den geldiğinizde ilaçlı su dolu havuzlardan adalara girmek zorundaydınız. Sebebi mi; Türk toprağı mikroplu olabilir, dezenjekte etmek gerekli. Pasaport kontrol noktalarında Türk pasaportu olduğu için annemin saatlerce tutulması, buna kızan babamın görevlilerle her defasında Rumca kavga edip, kafalarına pasaportunu çarpması. Bir yanda bunlar, bir yanda her gittiğimiz yerde bizi dostça kucaklayan Rumlar. Bir çocuğun zihninde tüm bunların nasıl bir kavram karmaşası oluşturduğunu sizlere anlatamam. Nefret mi edeyim, seveyim mi? Seneler sonra insanların hepsinin iyi hepsinin kötü olmadığını, toplulukları şahıslar olarak ele almak gerektiğini anlamıştım. Tüm bunları yazdım ama sayfalarca yazabilirim. Size Ege'nin diğer tarafını anlattım, bu taraftan da hikaye çok. Özetlemek gerekirse siyaset, politika gibi şeyler b*ktan şeyler.
Albüme dönelim, Sarhoş'un ardından (Arif Sağ) Zeybek Potpuri geliyor. Bu şarkı tüm albümde benim favori şarkım oldu. Daha geleneksel tarzda çalınan 3 zeybekten oluşturulmuş potpuri insanın ruhunu okşuyor. Bir Egeli olarak bu bize özgü bir şey mi bilemiyorum. Hiç durmadan üflenen zurnalar ve bağlama ile aynı hatları izleyen davul harika. Gerçekten çok çok beğendim.
Albümün kaydı hiç fena değil. Şarkıların keyfine diyecek bir şey yok. Bu tarz fusion çalışmalar arttıkça halk müziğinin daha geniş kitlelere yayılacağını düşünüyorum.
notlar: 1- Ali Yılmaz'ın bir lakabı varmış, Motor Ali. Sanırım saz çalma performansı sebebi ile verilmiş bir lakap. Aşağıdaki videoda bir televizyon programından "Haydar Haydar" performansı var. Saz çalanlar arasında bu ezgileri çalabilmek mezuniyet belgesi gibi bir şey. Çalabiliyorsanız saz çalabiliyorsunuz demektir. 2- Ali Ekber Çiçek ismini andık, ruhu şad olsun. 3- Rodos'u özledim, gidesim geldi. Seneye artık... 4- Gerisi kendiliğinden gelir! Bu nereden çıktı derseniz Boris Vian yazıma buyrun!