CD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
CD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Dagmar Krause ve Weimar Şarkıları


Dagmar Krause, benim tanışır tanışmaz çok sevdiğim ve keyifle dinlediğim Alman bir şarkıcı. 1950'de doğan Krauze muhtemelen en çok  Slapp Happy, Henry Cow ve Art Bears gibi avant-rock'larında yaptığı çalışmalarla tanınıyordur. Zaten bu isimlere Stereo Mecmuası'nda da, kendi bloğumda da fırsat buldukça yer vermeye çalışıyorum. Onun diskografisini inceledikçe solo çalışmaları benim çok ilgimi çekti ve bu çalışmaların peşine düştüm. Nasıl ilgi çekmesin ki, solo çalışmalarında; Bertolt Brecht, Kurt Weill ve Hanns Eisler gibi isimlerin şarkılarını yorumlamıştı.

Dagmar Krause, Hamburg'ta doğmuş. Çok erken sayılabilecek bir yaşta (14) çeşitli kulüplerde şarkı söylemeye başlamış. 1968 yılında o dönemin özgürlük rüzgarlarının da etkisiyle protest gruplarda yer almaya başlamış. Bu dönemler Almanya için çok zor günler. Soğuk savaşın en yoğun şekilde hissedildiği, 2 Almanya'nın ayrı olduğu bir dönem. Daha 1970'lere gelinmeden kendisi gibi şarkıcı olan Inga Rumpf ile birlikte bir plak yaparlar. Bu plağın da peşindeyim. Bir yüzünde Krauze diğer yüzünde ise Inga Rumpf ağırlıklı olarak şarkı söylüyor. Plağın adı I.D. Company, isminden anlaşılacağı gibi Inga ve Dagmar'ın isimlerinin ilk harflerinden oluşuyor. Bu plağın en önemli özelliği Dagmar'ın avant-garde sahnesine girişini sağlamasıdır. Bu plak çeşitli açık arttırma sitelerinde 100 Euro'nun üzerinde fiyatlarla bulunabiliyor. Pahalı ancak her zaman denk gelmenin bir yolu vardır.


Uzun süren arayışından ardından edindiğim Henry Cow In Praise Of Learning plağı

Hamburg, 60'larda ve 1970'lerde Avrupa müziği için çok önemli bir kent. Hem son derece özgür bir kent hemde her açıdan bir sürü imkan var yani bulunamayacak hiç bir şey yok. Karışık bir cümle oldu ama ne anlatmaya çalıştığımı eminim ki, çoğunuz anlamışsınızdır. Hal böyle olunca her türden en deneysel en uçuk müzisyenler ve hatta sanatın her dalı ile ilgilenenler Hamburg'ta dünya üzerindeki cennette gibiler. Dagmar'ın hayatı İngiliz müzisyen "Anthony Moore" ile evlendiğinde değişiyor. Damar, Moore ve Amerikalı arkadaşları Peter Blegvad ile beraber "Slapp Happy"i kuruyorlar. Slapp Happy'nin müziği son derece karmaşıktır. İçerisinde her türden karmaşa bulunuyor. Sözler son derece sembolisttir, müzik ise bunun tam tersine pop öğeleri içerir. Yani değişik bir karışımdır. İlk iki albümleri olan "Sort Of" ve "Slapp Happy", Alman Polydor firmasından yayınlanmıştı. Bu iki albümü edinmek biraz zor. Ancak "Recommended Records" daha sonraki dönemdeki plaklarını bastığından edinmek biraz daha kolay. Yine de standart bir plak ve CD'ye göre en az 4-5 kat fazla para vermek zorundasınız.

Neyse 1974 yılında Slapp Happy, yine arkadaşları olan Henry Cow ile birleşir. Ortaya çıkan karışım -anlayana- son derece sert politik söylemleri olan avant-rock müziğidir. Birlikte iki albüm yayınlarlar, "Desperate Straights" (1974) ve benim çok sevdiğim "In Praise of Learning" (1975) Bu noktada İşler karışır, Anthony Moore ve Peter Blegvad, Henry Cow bünyesine katılmaktan pek mutlu değillerdir. Ayrılmaya karar verirler. Tam bu esnada Krause çok önemli bir karar verir ve müzik yaşamına Henry Cow ile devam eder. Bence de bu durum çok hayırlı olmuştur.

Krause'nin Henry Cow ile devam etmesi, topluluğun müziğini bir çıta yükseltir. Bu kombinasyın Avrupa dinleyicisinden de iyi tepkiler alır ve sonu gelmeyen turlar başlar. 1977 yılında turlar sırasında hastalanan Krause, artık yeter der ve Henry Cow'dan da ayrılır. Ancak tur sonrasında "Hopes and Fears" albümde yine vokalleri o yapacaktır. (2)


Tank Battles: The Songs of Hanns Eisler CD'si. Voiceprint Records baskısı.

Her işte bir hayır vardır deriz ya, tam anlamı ile böyle bir olaydır Dagmar'ın Henry Cow'u terk etmesi. Krause bu dönemde Weimar Dönemi kabare dünyasına el atar. Weimar Dönemi veya daha doğru bir tabirle Weimar Cumhuriyeti 1919'da Almanya'da monarşi (İmparatorluk) dönemi idare tarzından cumhuriyete geçis dönemi için kullanılır. 1919'da ilk Dünya Savaşında yenilen Almanya'da yaşanan bir nevi devrimdir. Weimar Cuhuriyeti, 1933'lere kadar yaşar. Bu dönemde Adolf Hitler ve onun NSDAP partisi iktidara geçince tarihçiler Weimar Cumhuriyetini sonlandırırlar. İsterseniz bu konuya fazla girmeyeyim. Beni yakından tanıyanlar bu konuyu sayfalarca yazacağımı biliyorlar. Konuyu dağıtmadan devam edeyim.

Weimar Cumhuriyeti döneminde Bertolt Brecht çok önemli bir isim. Bertolt Brecht tam ismiyle Eugen Berthold Friedrich Brecht, çok önemli bir şair, tiyatro yönetmeni ve oyun yazarı. Onu günümüzde de çok önemli kılan şey aynı zamanda hem çok dramatik hemde oyunculuk ve seyir zevki açısında çok gösterişli oyunlara imza atabilmesidir. Muhtemelen 20 yüzyıl tiyatrosuna en önemli katkıları yapmış isimlerden bir tanesidir. Çalışmlarında ise müzik konusunda "Kurt Weill" ve "Hanns Eisler" ile birlikte çalışmıştır. O dönemlerde bu birliktelikten doğan bir çok şarkı Almanca'nın yanında farklı dillerde seslendirilmiştir. İşte bu dönem Krauze'nin ilgisini çekmiştir. Bu gayet normal, bir yanda Bertolt Brecht şiirleri, diğer yanda Weill ve Eisler besteleri. Tabii Weill ve Eisler'in kendi şiirleri de var. Bence bir çoğu inanılmaz sözlere ve müziklere sahip. Zaten uzun zamandır bu şarkıları dinleme sebebim bu. Krause'nin bir yanda politik duruşu, müthiş sesi, diğer yanda harika şiir ve besteler. Bundan daha iyi bir kombinasyon sanırım bulmak zor.


Dagmar Krause - Supply and Demand CD'si. Voiceprint Records baskısı.

Dagmar'ın kendi iki solo albümü var. Bu albümlerin iki farklı baskısı var. Göz atmak gerekirse;

- Supply and Demand: Songs by Brecht/Weill and Eisler (1986, LP, Hannibal Records)
- Angebot und Nachfrage (1986, LP, Hannibal Records) – Supply and Demand ile birebir olsa da tüm şiiler Almancadır.
-Tank Battles: The Songs of Hanns Eisler (1988, LP, Island Records)
- Panzerschlacht: Die Lieder von Hanns Eisler (1988, LP, Island Records) – Tank Battles içeriğinin orijinal Almanca seslendirilmiş hali.


Uzun zamandır arkasından koştuğum bir plak, Dagmar Krause - Supply and Demand: Songs by Brecht/Weill and Eisler. 2010'un benim için en iyi alışverişi oldu, hem fiyat uygundu hemde plak sealed idi. Bunu en iyi plak meraklıları anlar

Yukarıdaki plaklar inanılmaz yüksek tutarlara satılıyorlar. Hele Almanca olanlarını bulabilmek çok güç. Ben 2010 senesini kapatırken Supply and Demand'ın plağına son derece makul bir fiyata denk geldim ve satın aldım. Benim için 2010 senesinde satın aldığım en değerli şeylerden bir tanesi Supply and Demand'ın plağıdır. Bunun en önemi sebebi plağın "sealed" olmasıydı yani açılmamış. 1986'dan bugüne geçen 24 yıl sonra ilk kez plağın jelatini ben açtım. Bunun için çok daha fazlasını ödemeye hazır bir sürü insan olduğuna eminim ama plak merakı işte böyle bir şeydir, bol bol şans gerekir. (3) Yazdığım gibi plakların Almanca versiyonlarını edinmek çok çok zor. Tabii ki bir çözüm var. Voiceprint Records her iki albümün Almanca ve İngilizce içeriklerini birarada sunan CD'leri basmıştı. Ancak firmanın el değiştirmesi sebebi ile CD'lerde son derece zor bulunuyorlar ve oldukça pahalılar. Bu durumda 4 albümü plak formatında almaktansa 2 CD almak daha ucuza denk geliyor. Ancak 2 CD'nin tutarı nakliye ücreti ile birlikte yaklaşık 100 Euro'nun üzerine çıkabilir. Ne yazık ki büyük tutarlardan bahsettiğimin farkındayım ancak tüm dünyada az sayıda dinleyicisi olan müzik tarzlarında bu durum çok sık yaşanıyor. Bu arada CD'nin koleksiyonu olmaz diyenlere de bir selam gönderelim. Popüler müziğin tabii ki koleksiyonu olmaz ama nadir basılan veya plak şirketleri batmış albümlerin değerlerine bakarsak onları birer koleksiyon metası olarak değerlendirebilmek mümkün.

Bu senenin (2011)  ilk yazısını sonlandırmak için güzel bir video seçtim. Dagmar Krause bir Weill bestesini seslendiriyor,  "Surabaya Johnny"


(1) Haydi bir ipucu. Amerikalı plak satıcıları, bazen ellerinde çok plak olduğundan hiç beklenmedik plakları hiç beklenmedik fiyatlara satabiliyorlar. O yüzden Avrupa kaynaklı nadir albümler için okyanusun öbür tarafına dikkatli şeklide bakmak gereklidir.
(2) Henry Cow diskografisini edinmek isteyen okuyucularım Recommended Records tarafından yayınlanan "40th Anniversary Box Set"lere göz atabilirler. Tüm albümler ve single'ları içeren 3 kutudan oluşan setin her bir kutusu 100 Dolar civarında. Toplamda 300 Dolar gibi bir tutar ortaya çıkıyor ancak bunları plak olarak almak isteyen bir kişi bunun 10 katı fazlasını ödemek zorunda kalabilir. Bazı Henry Cow albümleri çok ciddi paralara el değiştiriyor. (3) Seçkin'in kulakları çınlasın. Alım operasyonundaki desteğin için çok teşekkürler.

Ferit Odman - Nommo CD İncelemesi


Ferit Odman 1982 doğumlu İstanbul doğumlu bir davulcu. Müzik eğitimi İsveç ve İstanbul'un ardından Amerika'da devam etmiş. Albüm de Amerika'da kaydedilmiş. Nommo albümünde Odman'a trompette Brian Lynch, alto saksofonda Vincent Herring, piyano da  Burak Bedikyan ve basta Peter Washington eşlik ediyor.

Brian Lynch, 1956 doğumlu Amerikalı müzisyen. En iyi Latin Caz albümü dalında Grammy'si de olan müzisyen kariyeri boyunca farklı müzisyenlerle çalışma fırsatı bulmuş. Vincent Herring 1964 doğumlu Amerikalı bir müzisyen. Lionel Hampton'ın büyük orkestrası ile yükselişe geçen kariyeri boyunca çok önemli müzisyenlerle çalışma fırsatı bulmuş. Peter Washington,yine 1964 doğumlu bir müzisyen Art Blakey's Jazz Messengers'n son döneminde toplulukla birlikte çalma fırsatı bulduğu gibi, dönemimizin en kalbur üstü müzisyenleri ile de çalışma fırsatı bulmuş. Burak Bedikyan ise 1978 doğumlu İstanbul doğumlu müzisyen. Ferit Odman'ın albümünde çaldığı müzisyenlerin çok büyük isimler olması ve genç bir müzisyen olması ilk bakışta ürkütücü geliyor olabilir ama ne yalan söyleyeyim albümdeki performansı ile Burak Bedikyan, ışıl ışıl parlıyor.

Albüm önemli isimlerin bestelerine yapılan yorumlardan oluşturulmuş. Şarkı listesi ve bestecilere baktığınızda bir çok okuyucumuz Bop (hard ve post) dönemlerine bol bol atıf yapıldığını gözlemleyeceklerdir. Albümdeki şarkılara kısaca göz atmak gerekirse; İlk şarkı olan "The Eternal Triangle" çok bilindik bir Sonny Stitt bestesi. Muhtemelen ilk kaydı Dizzy Gillespie ve Sonny Stitt çalışması olan "Sonny Side Up" albümünde 1957'de görülüyor. Daha sonraki yıllarda Dizzy Gillespie'nin repertuvarının klasiklerinden birisi haline geliyor. Nommo ise Jymie Merritt bestesi. Merritt önemli bir basçı ve onu özellikle Art Blakey and the Jazz Messengers topluluğundan tanıyoruz. Odman albümünde temanın iki farklı varyasyonuna yer vermiş. Birinci versiyon, oldukça swing'li bir performans iken, ikinci versiyon daha yavaş ancak bateri bölümleri açısından çok daha zengin bir varyasyon olmuş. Rob Roy bir Oscar Peterson bestesi. Bu şarkıda Oscar Peterson'ın "Oscar Peterson Meets Roy Hargrove and Ralph Moore" albümündeki versiyonun ana temasına sadık kalınmış. Albümde davulları Lewis Nash çalıyordu. Ferit Odman'ın yorumunu cazın büyük ustaları ile karşılaştırmak doğru değil ama ne yalan söyleyeyim şarkıdaki genel enerji düzeyi orijinal yorumdan çok daha başarılı dersem sanırım abartmış olmam. Albümün dördüncü parçası "To Wisdom the Prize" bir Larry Willis bestesi. Neredeyse 11 dakika süren şarkıda trompetçi Brian Lynch ve alto saksofoncu Vincent Herring'in çok güzel sololarının yanında şarkının beşinci dakikasından sonra piyano bölümlerinde zillerin kullanımına ve ritmlerin aksamasına özellikle dikkat. Şarkının tamamı bölümlere ayrılarak her müzisyenin solo yapmasına imkan verilmiş. Ferit Odman kendisine uzun bir solo bölüm ayırmak yerine, soloların arkasını doldurmayı seçmiş.


"Tadd's Delight" bir Tadd Demon bestesi ancak şarkı Miles Davis ile özdeşleşmiş neredeyse. "Round About Midnight" albümünde çok güzel bir yorumunu bulabilirsiniz. Son derece ritmli bir yorum yapılan şarkıda özellikle Brian Lynch'in soloları ön plana çıkıyor. Şarkının koro bölümlerine girişte Ferit Odman'ın hızlı soloları dikkkat çekiyor. Albümün genelinde durup kalkma bölümlerinde birliktelik başarılı ancak bu şarkıda övgüyü bir kez daha hak ediyor müzisyenler. Albümün altıncı parçası Nommo'nun ikinci kez çalınması ki, bu paragrafın başlarında zaten yazmıştım. "Mr. AT." Walter Bolden bestesi. Walter Bolden bir davulcu olarak Stan Getz ile yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Ancak Zoot Sims ve Gerry Mulligan gibi isimlerle yaptığı çalışmalarda önemli. Besteci, davulcu olunca ister istemez şarkıda davul solosuna ayrılmış bir bölüm var. Altıncı dakika civarında denk geleceğiniz soloda albümün genelinde olduğu gibi Ferit Odman abartıdan uzak durmuş. "An Oscar For Treadwell" bir Charlie Parker bestesi ve şarkıdaki solosu caz tarihine geçmiş sololardan bir tanesi. Son derece ritmli şarkının ardından bir sürpriz geliyor. Albümün son parçası.

Good Times bir Aydın Esen bestesi. Müzisyenin Peter Herbert, Selahattin C. Kozlu ile oluşturduğu üçlünün Trio adlı albümünde denk gelebileceğiniz şarkı için bir şey yazabilmek mümkün değil. 2011 senesinde bir şekilde Aydın Esen ile röportaj yapıp Stereo Mecmuası'na ekleyeceğim. Aslında 2010'da yapmayı planlıyordum ama evlilik filan derken kaynadı gitti... Neyse...

Albüm Ferit Odman liderliğinde gerçekten ama gerçekten müthiş bir müzisyen topluluğu ile kaydedilmiş. Odman bir davulcu olarak ön plana çok çıkmak yerine, müziğin alt yapısında hünerlerini göstermiş. Meraklı kulakların hemen fark edecekleri, ritm aksatmaları, ufak dokunuşlar, ziller üzerindeki hakimiyet derken ön plana çıkmadan davulda yapılabilecek hemen her şeyi yapmış. Albümü gerçekten bir kaç kez dinlemek lazım. Önce genel olarak, sonra her müzisyene teker teker kanalize olarak. Albümün kaydı son derece başarılı. CD kapağının iç ve dış tasarımı da gayet hoş ancak herhangi bir kitapçık içermemesi albüme tek eleştirim. Şöyle biyografilerin, çalınan şarkıların ayrıntılarının olduğu bir kitapçık albüme çok yakışırdı. Acilen edinilmesi gereken albümler listesine eklenmesi tavsiye olunur.

Tamer Temel Quartet - Barcelona CD'sini İnceleyelim


Tamer Temel'in Barcelona albümünü hafta sonu edindim. Bu yazımda albüme bir bakış atmak istiyorum. Albümün kayıt hikayesi son derece ilginç. Hemen basın bültenine dönelim; Tamer Temel’in Barcelona’yı kaydetme fikri Amerikalı cazcı Dave Allen’le bir araya gelmesiyle oluşmuş. Albümü Allen’le birlikte New York’ta kaydetmek için hazırlanan hatta kayda girecekleri stüdyoyu bile ayarlayan Temel’in planları ABD’nin vize vermemesiyle altüst olmuş. Aslında albüme bakılırsa, CD için vize vermeyen Amerikalılara teşekkür etmek lazım:) Neyse... Yaklaşık üç ay albüm çalışmalarını durdurduktan sonra Mark Turner, Larry Grenadier, Jeff Ballard’dan oluşan Fly Trio’yla bir araya gelmesiyle ise işler değişmiş. Hayranı olduğu bu müzisyenlerden aldığı övgülerle Tamer Temel, Dave Allen’la birlikte Barselona’ya gidip albümü kaydetme kararı almış. Tüm hazırlıklar yapıldıktan sonra önce Marsilya’ya gidilmiş. Tabii terslikler Tamer Temel'in peşini bırakmamış ve o sırada İzlanda’daki yanardağ patlaması nedeniyle uçuşlar iptal edilince dört gün havaalanında konaklamak zorunda kalmışlar.Tüm bu badirelerden sonra dört gün gecikmeli olarak Barcelona’daki Laietana stüdyosuna girilip başlanan kaydın sonucu dinleyicilere Barcelona olarak dönüyor.

Barcelona geçen haftadan beri CD çalarımda dönmeye devam ediyor. Halimden de son derece mutluyum.  Albüme geçmeden önce isterseniz bülteninde yardımıyla Tamer Temel'i tanımaya çalışalım. Müzisyen benimle yaşıt. 1975’te İstanbul'da doğmuş ve İzmir’de büyümüş. 2005'te Avrupa Caz Festivali kapsamında kazandığı burs sayesinde İtalya'da Siena Masterclass Summer Course'da eğitim görme şansı bulmuş. Eğitimi sırasında İtalya'da konserlerde çalma fırsatı bulmuş. Hemen basın bültenine dönelim; Bu dönemde İtalya'nın önde gelen bazı müzisyenleriyle çalışma olanağı buldu. Bruno Tomasso Band ile Valdarno 2005 Jazz Festivalinde çaldı. 2006 yilinda Equinox grubuyla İzmir'de ve Eskişehir'de konserler verdi; standart ve modern caz eserleri yanında kendi bestelerini de seslendirdi. 2006'da Claudio Fasoli ve Antonio Zambrini'nin oluşturduğu Open Jazz Orkestra ile 12. Avrupa Caz Festivali kapsamında sahne aldı. 2006 yılında Kadıköy Caz Günleri kapsamında konser verdi. 2007-2008 yıllarında İzmir ve İstanbul’da çeşitli konserler verdi. 2008’de Ankara Caz Festivali’nde çaldı.

Albümde emeği geçen müzisyenlere de şöyle bir göz atalım. Albümde Tamer Temel, tenor saksafon (1) Dave Allen gitar, Masa Kamaguchi akustik bas ve Marc Miralta davul çalmış. Dave Allen, genç jenerasyonda ismi sıkça duyulan gitaristlerden bir tanesi. "Real and Imagined" albümünün son derece iyi eleştirileri yayınlanmış. Barcelona'yı sevdiyseniz Dave Allen'ın albümünü de edinmeye çalışın. Onu da çok seveceğinize eminim. Albümde "Always Beginning", "Perpetuum Mobile" ve albüme ismini veren parçaya dikkat. Albümde Allen, Seamus Blake (tenor saksofon) Mark Ferber (davul) ve Drew Gress (bas) ile çalışmış. Masa Kamaguch, Japonya'da doğumlu ve daha sonra Amerika'da yaşamaya başlamış. Müzik eğitimini de Amerika'da alan müzisyen Paul Motian gibi önemli isimlerle çalışma fırsatı bulmuş. Tarzının birlikte çaldığı müzisyenlere uyum gösterebildiğini internette gezdikçe anlayabildiğim müzisyenin yaratıcı emprovize çalışmalarda ismi bol bol geçiyor. Marc Miralta ise İspanyol davulcu. Tarz olarak cazın yanında flamenko müzisyenleri ile yaptığı çalışmalar var. Stüdyo müzisyeni olarak çok sayıda albümde davul çalmış.


CD'nin iç kapak tasarımı harika olmuş. Çok beğendim.

Albüm genel olarak benim sakin dediğim tarzda. Çok sert iniş çıkışlar yok, bunun yerine Allen ve Temel çok ön plana çıkmadan genel melodi yapısının içerisinde, ondan aşırı derece de ayrılmadan nota bolluğuna (2) girmeden meraklısına keyifli anlar yaşatıyorlar. Albüm isterseniz genel olarak dinleyebileceğiniz, isterseniz de, müzisyenlerin performansına dikkat ederek dinleyebileceğiniz bir albüm. Suda Balık, albümün açılış parçası, albümün geneli ile ilgili güzel izlenimler aldığım bir parça. Allen'in 2:50'den itibaren performansına dikkat. Albümün ikinci şarkısı Bağdat, benim şahsi favorim. Beste çok güzel. Albümün üçüncü şarkısı olan Çapalıkarşı'da, Allen ve Temel ön plana çıkıp, karşılıklı atışmalarla şarkıyı alıp götürüyorlar. Ritm olarak biraz daha hızlı tempodaki şarkıda davulcu Marc Miralta'da zaman zaman öne çıkıyor. Huzur, ismi ile benzeşen bir parça. Bir sonraki şarkı olan Kırmızı'yı da çok beğendim. Zaman zaman hızlanan parçanın 3:00 dakikalarından sonrasında Allen soloya çıktığında arkasından Temel'in ve tam tersi kombinasyonlar, şarkıyı çok güzel zenginleştirmiş. Bunun hemen ardından Laietana ve Temel'in saksofonunun ön plana çıktığı Beşer'i dinliyoruz. Keman Konçertosu Op. 44 Adagio Üzerine Tema ve Çeşitlemeler, isminden anlaşılabileceği gibi Adnan Saygun'un eseri üzerine kurulan bir tema. Yavaş tempolu Büyük Saat'in ardından bence albümün en farklı şarkısı olan  "Şimdiki Zaman" geliyor. Müzisyenlerin çalarken büyük keyif aldığını düşündüğüm bir parça, ne yalan söyleyeyim bende öyle bir his yarattı. Albüm genelinde daha çok eşlikçi olarak dinlediğimiz Marc Miralta'nın zaman zaman trampetinin köşelerinde yaptığı varyasyonlar, Masa Kamaguch'un daha atak bas bölümleri ve Temel ile Allen'in birbirlerini tamamlayan performanslarının akabinde tik taklarla Şimdiki Zaman sonlanıyor. Neredeyse bir saatlik ama su gibi akan bir albüm.

Albümün kaydı gerçekten çok çok başarılı. Temponun çok yükselmediği, sakin ama  performans açısından (özellikle Allen ve Temel) zengin bir albüm. CD'nin tasarımını özellikle çok beğendim. Harika bir grafik tasarım olmuş. Kim tasarladıysa tebrik etmek lazım. 2010 senesinin sonlarında AK Müzik Yapımdan beklenmedik bir bomba oldu, Barcelona. Bu albüm muhtemelen AK Müzik'in önde gelen "çok satanlar"ından bir tanesi olur diye düşünüyorum.

(1)  Saksafonun yazımı konusunda her zaman sıkıntı yaşıyorum. Biliyorsunuz Fransızca ve İngilizce yazımı saxophone şeklinde. Okunuş olarak saksofon daha doğru ama doğrusu TDK'ya göre saksafon. Ben işin içinden çıkamadığım için bazen öyle bazen böyle yazıyorum :)(2)  Nota bolluğu (veya  gevezeliği) konusunu albümden albüme, müzisyenden müzisyene hatta şarkıdan şarkıya ele almak lazım. Benim nota gevezeliğine bakış açım, hiç olumsuz değil. Ancak bu durumun yakıştığı albüm daha doğrusu parçalar olduğu gibi tam tersi de bol bol mevcut.

Bu arada satır arasında yazayım, 2009 yılında AK Müzik tarafından yayınlanmış Mehmet Can Özer'in "Siyah Kalem Dansı" albümünü yeni satın aldım. Benim gibi gözden kaçıranlar var ise mutlaka göz atsınlar.

Emirhan Tuğa & Yuka Tada - Ayışığı (Moonlight)


Biri Türk birisi Japon, iki müzisyenin 2010 Türkiye'de Japonya Yılı dolayısıyla yaptıkları bir albüm. Proje Emirhan Tuğa ile Yuka Tada'nın ortak çalışması. Emirhan Tuğa Hacettepe Devlet Konservatuvarı klarnet sınıfında okumuş. Daha sonra lisans yapmak için Hollanda Amsterdam Konservatuvarında çalışmalarına devam etmiş. Özellikle Bartok, Milhaud, Piazzolla gibi bestecilerden etkilenerek folklörik temalı eserler yazmış. Özellikle Türk-Balkan enstrümantal müziği uyarlamalarını klarnet ve piyano için düzenlemiş. Unutulmaya yüz tutan kanto ve tango müziği uyarlamaları yaptığı bir albümü de var; Variete Oriental. Bu albüm Kalan Müzik tarafından yayınlanmış. 1998 yılında Emirhan Tuğa ve eşi Meral Ari-Tuğa tarafından kurulan Tombaz topluluğunun albümü elimde mevcut değil en azından şimdilik. Müzik tarzı olarak Seçil Hanım'ın ilgi alanına giriyor. Sanırım yakın bir zamanda bu albümü de koleksiyonumuza ekleriz.

Ayışığı projesindeki diğer isim ise yukarıda yazdığım gibi Yuka Tada. İsterseniz Japon müzisyeni de kısaca tanıyalım. Küçük yaşta beste yapmayan başlayan Tada'nın 16 yaşında kendi bestesi olan piyano konçertosunu orkestra ile çalması sanırım dikkat çekici bir başarı. Müzik eğitimine Japonya'da başlayan müzisyen daha sonra çalışmalarına Hollanda'da devam etmiş. Emirhan Tuğa ile yolları, eğitimlerine devam ettikleri Hollanda'da  kesişmiş ve konserler vermişler.

2010 yılının özelliği dolayısıyla ortak bir çalışmaya imza atmışlar; Ayışığı (Moonlight) albümü. Albüm Beethoven, Schumann, Piazolla, Baker, Usmanbaş ve Poulenc bestelerinin yanında, Tuğa ve Tada'nın birer çalışmasına da ev sahipliği yapıyor.

Beethoven'in Ayışığı Sonatı'nın (OP. 27 No: 2) girişi (Adagio sostenuto)  Japon müzisyen tarafından uyarlanmış. Herkesin bildiği bu güzel melodi alıştığımızdan daha hızlı icra edilmiş.  Hemen ardından Schumann'ın "Fantezi Şarkıları"na  (Fantasiestücke OP. 73) yer verilmiş. İlk olarak klarnet için bestelenen bu eser, bestecinin kendisi tarafından keman ve viyolonsel için uyarlanmış. Tuğa- Tada ikilisi 3 bölümden oluşan eseri piyano ve klarnet ile icra etmişler. CD'nin beşinci izi Arjantin'li besteci Piazzolla'dan "Milonga del Angel" Eser, Emirhan Toğa tarafından yapılan uyarlanmış. David N. Baker'ın  "Blues for Clarinet and Piano"su albümün altıncı şarkısı.

Albümde her iki müzisyenden birer esere de yer verilmiş. Yuka Tada'nın 2008 yılında bestelediği Miyama Suiti'i ve Emirhan Tuğa'nın Hi-Caz mandra'sı. Miyama Suit'inin hikayesi ilginç; CD kitapçığından alayım. Yada ve Tuğa, birlikte, Hirolima kenti yakınlarındaki Miyajima adasınnda Misen Dağı'na tırmanırlar. Tada, adayı çevreleyen Seto Denizini ve dünya kültür mirası listesindeki "Itsukuşima" tapınağını seyrederken bu görkemli manzaradan etkilenir. Eserin son bölümü ise konusunu eski bir söylenceden alır. Şöyle ki, eskiden Miyajima adasının tanrılarına haber götüren beyaz bir at varmış. Beyaz at öldüğünde yerini kahverengi bir at alır ve zamanla tüyleri beyaza dönermiş.  Suit, toplam 3 bölümden oluşuyor. Seto, Tapınak Ziyareti, ve At Efsanesi. Emirhan Tuğa'nın Hi-Caz Mandrası ise çok bilindik bir eserin uyarlaması.

İlhan Usmanbaş'tan "Klarnet ve Piyano için Üç Sonatin" bestecinin bazı Hindemith temaları üzerine kurguladığı bir çalışma. Tuğa ve Tada ikilisi besteciyi Ayvalık'ta ziyaret ettiklerinde aldıkları tavsiyelere ışığında eseri seslendirmişler. Tada'nın  Miyama Suit'i ve Emirhan Tuğa'nın Hi-Caz Mandrası'sı ile birlikte bu eser, albümde dünya premier'i yapılan 3 eserden birisi. Albümdeki seslendirilen son eser,  Fransız besteci Francis Poulenc'in Klarnet ve Piyano için sonat'ı (OP.184)  Benim son zamanlarda kafayı fena halde taktığım besteci bu eserini Arthur Honegger'e adamış.

Albüm, çok iyi seçilen eserler sayesinde klasik müzik dinleyicisi olmayan müzik meraklılarının dahi sıkılmadan dinleyebilecekleri bir albüm. AK Müzik tarafından meraklılara sunulan albümün kaydı son derece başarılı. Ülkemizde sessiz sedasız geçip giden 2010 Japon-Türk yılından benim için geriye kalacak çok az şeyden bir tanesi, bu hoş albüm.

Putumayo Müzik ve South Africa Compilation CD


Son zamanlarda müzik mağazalarında dünya (world) müziği reyonlarında son derece ilgi çekici, rengarenk kapakları olan digipack CD'ler dikkatinizi çekti mi? Eğer denk gelmediyseniz okumaya devam edin!

Bu CD'ler kuvvetle Putumayo plak firmasının albümleridir. Plak şirketinin adı ilgimi çektiğinden ilk önce onu araştırmaya karar verdim. Putumayo, Güney Amerika'da Kolombiya sınırları içerisinden başlayarak, Ekvator ve Peru sınırları boyunca devam eden son olarak Brezilya sınırları içerisinde Amazon ile birleşen bir ırmak. Etimolojik olarak kelime bir yerli dili olan Quechua kökenli. Mayu'nun (veya Mayo) anlamı nehir, Putu ise bir çok anlama geliyor, bölgeye özgü bir içecek ve aynı zamanda doğmak veya ayrılmak anlamına geliyor. Netice itibarı ile Putumayo'nun anlamı nehrin doğuşu geliyor. Etimolojik sözlükten bahsedince bir kaç hafta önce bir bültende TDK'nın Türkçe Etimoloji sözlüğü konusunda oldukça fazla yol aldığından bahsedildiğini hatırlıyorum. Zamanını bilmemekle beraber kendi dilimizde ayrıntılı ve doğru bilgilerle donatılmış bir etimoloji sözlüğüne sahip olacağız sanırım. Etimoloji sözlüğü çok kısaca sözcüklerin kökenlerini inceleyen özel bir sözlük tipi. Konumuza geri dönelim.

Putumayo tam anlamı ile dünya müziğine odaklanmış bir firma. Aslında firma 1975'te kurulmuş ancak müzik şirketinin kurulması 1993 yılında gerçekleşmiş. Firmanın bir diğer ilgi çekici yönü albümler haricinde yazının başında görebileceğiniz gibi kartpostallar gibi alternatif ürünlerinin de bulunması. Bu ürünlerin tamamı dönüştürülebilir kaynaklar kullanılarak hazırlanmış.

Gerek CD'lerin gerekse de diğer ilginç ürünlerin çizimleri süper eğlenceli. Bu çizimler Nicola Heindl tarafından yapılıyor. 1955 yılında doğan İngiliz çizerin yolu plak firması ile bir şekilde kesişmiş. Dünyanın dört bir yanını gezen Heindl, Hindistan, Sri Lanka, Kamerun, (bu ülke benimde çok ilgimi çekiyor, çünkü babam 25 sene orada kalmış) Fas, Tanzanya, Panama ve daha bir sürü ülkeye geziler düzenlemiş. Gezdiği ülkelerin geleneklerini, folklörik stillerini, sıcak renkler ve dostça çizgilerle birleştiren Heindl'ın Putumayo firmasının marka imajına büyük bir katkısı olduğu muhakkak. Zaten reyonda CD kapaklarına denk geldiğinizde hemen elinizi atıp incelemeye başlıyorsunuz.

Ben Putumayo CD'lerinden bir kaç tane edindim. CD'lere geçmeden önce kataloğun geneline bir bakalım isterseniz. Kataloğun en önemli özelliği bölgelere ayrılmış olması. Bu bölgeler ve alt müzik türlerine göre çok zevkli compilation'lar hazırlanmış. (1) Bu tarz CD'lerde en önemli olay birbiri ile uyumlu şarkıların seçilmesidir. Putumayo'da el attığım albümlerde bu konuya çok dikkat edildiğini gördüm. Hatta sizlerin de, French Café, Italian Cafe, Jazz Around the World, Women of Jazz ve Women of the World: Acoustic CD'lerine bir göz atmanızı tavsiye ederim. Gerçekten bir Pazar sabahı veya eve yorgun gelinen bir günde sıkılmadan dinleyeceğiniz albümler.

Compilation CD'lerin farklı bir pazarı vardır. Öncelikle farklı müzik türlerine el atmadan önce bir alan araştırması gibidir. Eskiden internet yok iken, bu tarz CD'ler sayesinde çok müzisyen ile tanışmışımdır. İsimleri tespit ettikten sonra nokta atışı odaklanma taktiği genelde iyi sonuçlar çıkartır. Bu CD'ler ayrıca aynı albümü dinlemekten sıkılan insanlar içinde iyi birer seçenektir. Geçmişteki mağazacılık deneyimlerimden bu tarz CD'lerin önemli bir müşteri topluluğu olduğunu hatırlıyorum. Ancak genelde bu tarz CD'ler ucuz fiyat kategorisinde promosyon havuzlarında satılır ve tek sayfalık hiçbir şey bulamayacağınız kitapçıklara sahiptir.

Putumayo'nun bence önemli farklılıklarından birisi işte bu alanda. Satın aldığınız CD'nin çok özenli bir kitapçığı bulunuyor. İlk bölümde aldığınız CD'nin temasına uygun şekilde müzik anlayışları gelenekleri ve kısaca tarihçelerine göz atılıyor. İlerleyen sayfalarda CD'de yer verilen her şarkı ve yorumcusu ile alakalı bilgiler bulunuyor. CD'deki şarkı hangi albümden alınmış ve müzisyenin biyografisi ile alakalı bilgiler doyurucu. Bu arada CD'den CD'ye iç tasarımlarda değişiyor. Gösterilen özen harika.


Ben ilk olarak South Africa CD'sini edindim. Geleneksel Mbaqanga (2) ve Afropop ezgilerinden oluşan bir CD ile karşılaştım. Irk ayrımının ortadan kalkması ile kültürel zenginliğini ihraç etmeye başlayan ülkenin müziği de oldukça değişik. Güney Afrika deyince aman merak etmeyin vuvuzella filan yok. Bu tarz CD'lerin bahsettiğim gibi avantajı tanımadığınız müzisyenlerle tanışmanız. Örneğin ben Soweto Gospel Choir diye bir topluluğu bu albüm sayesinde tanıdım. Topluluğun Grammy'si bile var. Zulu kökenli müziiğin sözleri misyonerler sonrası Afrikasından. Anlayacağınız köken pagan ama sözler değil. Farklı bir karışım :) Karışım deyince bu Güney Afrika CD'sinin kapakçığında bir de yerel yemek tarifi eklemişler. Bu CD'nin gelirinin %1'i de AIDS ile mücadele ve insan hakları örgütlerine gidiyor. Ancak bir diğer CD'de farklı sürprizler çıkıyor. Ancak her CD'de güzel ve içeriği doyurucu bir kitapçık mutlaka var. Ayrıca albümlerin kayıt kaliteleri de gayet başarılı.<

Putumayo plak şirketinin albümleri Equinox Müzik tarafından ülkemize ithal edilmiş ve bir çok müzik mağazasında denk gelebilmeniz mümkün.Compilation CD sevenler, world müzik severler (3) easy-listening bir şeyler arayanların göz atmasında fayda olacaktır.

(1) compilation'ın dilimizdeki karşılığı derleme olmalı herhalde:)
(2) Güney Afrika'ya özgü Zulu müziğinden etkilenmiş  bir müzik tarzı
(3) Le Chant Du Monde gibi plak şirketlerinin yayınladığı world müziklere meraklı hardcore müzikseverlere pek hitap etmeyebilir katalog. Uyarayım!

Danilo Rea at Schloss Elmau - A Tribute to Fabrizio De André CD


Son günlerde edindiğim CD'ler içerisinden bir tanesini sizlere tanıtmak istiyorum. Albüm, Danilo Rea'nın Fabrizio De André anısına yaptığı CD'si. Bu yazımda tersten başlayayım. İlk önce kısaca André'yi tanıyalım.
Fabrizio De André (1940-1999) benim bir arkadaşım sayesinde tanıştığım bir müzisyen. Aslında ona müzisyen demek doğru olmaz. De André bir çok insan için özellikle de İtalyanlar için bir şairdir. O hikayeler anlatır, çoğunlukla direnişlerden, karşı durmalardan, isyanlardan bahseder. Marjinallerden, marjinalliklerden bahseder. Ama marjinal olmaya çalışanları değil, gerçekten öyle olanları anlatır. Toplumun en alt katlarını ve onların hikayelerini bizlere anlatır, kumarbazları, hilebazları, bedenlerini satmak zorunda kalanları. Devrimlerden bahseder. Bunları öyle bir şekilde yapar ki, İtalyanca anlamayan bizler onu aşk şarkıları söylüyor zannederiz. Sonra bir gün İtalyanca sözlerin İngilizce (Fransızca veya diğer bir dilde) çevirilerine göz atarız ve şaşırırız. Fabrizio De André'yi yakından tanımak isteyen okuyucularımız, şairin öldüğü sene Sony Italia tarafından yayınlanan "Opere Complete" setini alıp dinlemeye başlayabilirler. Sözlerin çevirilerine de ulaşırlarsa en az bir kaç ay sürecek bir maceraya merhaba diyeceklerdir.

Danilo Rea'yı tanımak için ise albüm kitapçığına bir göz atalım. 1957'de doğan İtalyan müzisyen, vatandaşı olan Stefano Bollani ve Enrico Pieranunzi (Gaslini'yi unutmuşlar. Ustayı anmadan olmaz) gibi uluslararası müzik arenasında kendisine yer edinmeyi başarmış. Klasik müzik eğitimini Santa Cecilia konservatuarında tamamlayan müzisyen ilk çalışmalarını  Rome Trio'da Roberto Gatto ve Enzo Pietropaoli ile gerçekleştirmiş. Önemli isimlerle birlikte çalışma fırsatı bulmasıyla müzikal manada kendini geliştirme olanaklarına sahip olmuş. Liste göz kamaştırıcı; Chet Baker, Lee Konitz, Steve Grossman, Phil Woods, Art Farmer, Curtis Fuller ve Kenny Wheeler bu listenin bir bölümündeki isimler.

Albüm yazının başında yazdığım gibi De Andre'ye adanmış. İlk parça olan "Bocca di Rosa" ile beni benden alan İtalyan piyanist çok keyifli bir yoruma imza atmış. "Bocca di Rosa" De André'nin ilk resmi albümü Vol.I'de (1967) yer alıyor ve marş niteliğinde. "Il pescatore" ise balıkçıların Hikayelerini anlatan bir şarkı. İlk kez 1970'de 45'lik olarak yayınlanan şarkı daha sonra çeşitli toplama setlerinde kendisine yer bulmuş. "Ave Maria" aslında bir Sandunya adası halk şarkısı. De Andre bu şarkıyı yeniden düzenlemiş ve L'indiano (1981) albümde seslendirmişti. Danilo Rea, şarkıya çok özenli ama abartıya kaçmayan dokunuşlar yapmış. "La ballata dell'amore cieco" ise çok bilindik bir İtalyan baladı. Frank Sinatra'nın da yorumladığı eser Rea tarafından ruhuna son derece uyacak şekilde yorumlanmış. Meraklılar için ek bilgi şarkıyı De Andre'de 1966 yılında 45'lik formatında yayınlamış. "La stagione del tuo amore" De Andre'nin 1967'deki ilk albümünden alıntı. Bu hüzünlü şarkının yorumu da çok çok güzel.

Girotondo, Rea'nın emprovizayon kabiliyetini gösterdiği bir şarkı. Gian Piero Reverberi (De André ile tanışanlar bu isimle çok denk gelecekler) düzenlemesiyle 1968 yılında "Tutti morimmo a stento" albümünde bulabileceğiniz şarkıya Rea'nın yaptığı düzenleme ve performans 10 üzerinden 10 verilecek düzeyde. Kesinlikle albümdeki favori parçam. "La canzone di Marinella" De André'nin 1964'de 45'lik olarak yayınladığı bir parça. "Carlo Martello" ise ilginç bir parça. Poitiers savaşını anlatan ama oldukça kinayeli parça, oktavlar arasında giden gelen yapısı ile çok başarılı şekilde icra edilmiş. "Valzer per un amore" albümün son parçası ama albüm biterken tadı damağında kaldı. Eh dahası yok mu diyor insan. Hemen bir anekdot; "Valzer per un amore" De Andre'nin babası, eşi hamile ilen onun acısını azaltmak için Gino Marinuzzi'nin Sicilya suitini çalarmış. Belki de De Andre'nin o zaman hafızasına işlenen melodiler Pierre de Ronsard sonesi ile birleşince aşk için vals (Valzer per un amore) ortaya çıkmış.

Albümde ayrıca Rea'nın kendi bestesi olan 2 şarkı da var; "Oona / Caro amore" ve "Highlands". Albümün genel havası ile uyumlu bu iki parça, bir nevi Hommage To "De André" (De Andre'ye saygı göstermek) amacıyla yazılmış.

Bir İtalyan müzisyenin, efsanevi bir İtalyan şair ve müzisyenin uzun bir zaman dilimi içerisindeki eserlerinden seçkileri yorumladığı harika bir albüm. Tek piyano, önemli şarkılar ve en önemlisi Rea, muhtemelen onun içinde bir idol olan De Andre'nin eserlerini emprovizasyonda abartıya kaçmayarak, en önemlisi de duygularını geri plana atmayarak yorumlamış.

İskandinav tarzı tek piyano ile icra edilen müziğe bir ara verip, Akdeniz sıcaklığında tonları, De André'nin aykırı şiirlerindeki duygularla harmanlanmış bu albüme bir şans vermenizi öneririm. Kayıt ise ACT albümlerinden tam da beklediğimiz gibi. Gayet başarılı.

referans kodu: Danilo Rea at Schloss Elmau - A Tribute to Fabrizio De André ACT 9759-2

Yakaza Ensemble - A'mak-ı Hayâl Albümüne Bir Göz Atalım.


Beni son zamanlarda şaşırtan bazı albümler elime geçiyor. İşte bu yazımda bu albümlerden bir tanesini sizlerle paylaşacağım. Yakaza Ensemble'ın A'mâk-ı Hayâl albümünün kitapçığında şunlar yazılmış.
A'mâk-ı Hayâl, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Filibeli Ahmet Hilmi'nin kaleme aldığı "A'mâk-ı Hayâl" adlı edebi eseri, kişisel dünyasında manevi bir gerçeğin peşinde olan Raci'nin tanıştığı, halk tarafından meczûb gözüyle bakılan Aynalı Baba'nın yol göstericiliğinde gerçekleşen bir iç seyahatin öyküsüdür.
Yakaza Ensemble'ın 2009 yılında oluşturduğu A'mâk-ı Hayâl adlı projesi müziğin içerisinde, bu seyahatin sürreel dünyasına yapılan bir yolculuktur. Bu gizemli hayal dünyasının müzikal olarak aktarılmasında, yaklaşım olarak evrensel bir ifade zenginliği göz önünde bulundurulmuştur. Dolayısıyla icra edilen enstrümanların zenginliği ve günümüz yaşantısından ayrışmazlığı ile A'mâk-ı Hayâl, aslında bugüne dair bir anlatımdır.

Albümü ele almadan önce konu sanırım dallanıp budaklanacak, şimdiden uyarayım sizleri. Bahsetmeyi sevdiğim konular olunca kısa bir şeyler yazmam mümkün olamıyor ne yazık ki. İlk önce A'mâk-ı Hayâl'in yazarını hep birlikte tanıyalım. Daha sonra bakalım nelerden bahsedeceğiz.

Günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan Filibe'de 1865'de doğan Ahmed Hilmi babasının konsolos olmasından dolayı Şehbenderzâde (konsoloszade olarak Türkçeleştirelim) olarak anılmıştır. İlerleyen yıllarda ise Filibeli Ahmet Hilmi olarak tanınmıştır. O dönemlerde çok normal olan dini eğitim alan yazar, ilerleyen yıllarda bizim buralara (İzmir) taşınmış. İlerleyen yıllarda Eğitimini Babasından dolayı da Şehbenderzâde olarak anılmıştır.Eğitimini Mekteb-i Sultânî'de (Galatarasaray Lisesi) tamamladıktan sonra Düyûn-ı Umûmiyye'de çalışmaya başlamış, daha sonra da yurt dışı görevlere atanmış. Düyûn-ı Umûmiyye belki modern Türkiye tarihine meraklı okuyucularımızın bildikleri bir kurum ancak diğer okuyucularımız için kısaca açıklayayım. Bu kurumu bir nevi banka gibi düşünmek lazım. Osmanlı Imparatorluğu güçten düşmeye başlayınca devletin mali yapısının çökmemesi için devamlı olarak borç alınmış. Bu kurum işte bu borçların idaresini üstlenmiştir. Tabii ilerleyen yıllarda devletin ekonomisinin yabancı devletler tarafından kontrol edilmesinde bir araç haline gelmiştir. Modern Türkiye'nin kuruluşuyla kalkan kapitülasyonlar ile kurumun sonu gelmiştir.

Ahmed Hilmi 1890'ların sonlarında siyasi meseleler içerisinde aktif olarak görülmeye başlar. Beyrut'ta sorunlar yaşamış Mısır'a kaçmak zorunda kalmış, seneler sonra İstanbul'a dönmüş ancak oradan da sürülmüş. Bazı yazarlara göre Lübnan'da iken yaşadığı sorunların kaynağı siyonizme olan karşıtlığıdır. Bir gazete açmış, ancak gazete kısa sürede batmış o da farklı gazetelerde yazılar yazmış. 1910'larda güçlü İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ters düşünce, Filibeli Ahmet Hilmi için tehlike çanları çalmaya başlamış ve 1914'de zehirlenerek öldürülmüştür. Filibeli Ahmed Hilmi çok farklı bir yazar ve düşünce adamıdır, bir yanı tasavvufa dönüktür diğer tarafı ise sert siyasi düşüncelere...

Filibeli Ahmed Hilmi'nin en önemli eserinin A'mâk-ı Hayâl olduğunu söylemiştim. 1900'lerin başlarındaki oradan oraya gidişler yazarın tasavvufa olan merakını arttırmıştır. Bu dönemde Vahdet-i Vücud düşüncesinden etkilenmeye başlamıştır. Burada bir parantez daha açmalıyız sanırım. Vahdet-i Vücud en kısa anlatımla yaratanla yaradılanın "bir" olduğunu ve yaratanla yaradılanın aynı kaynaktan geldiğini savunur. Endülüs'lü düşünür Muhyiddin İbn Arabi'nin 13. yüzyılda ortaya koyduğu fikirler özellikle Anadolu topraklarında başta Sadreddin Konevî olmak üzere çeşitli düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Vahdet-i Vücud düşüncesi ile ilgili en kolay anlaşılır kaynak Yunus Emre'dir.


Filibeli Ahmed Hilmi'de bu düşüncelerden etkilenmiştir. A'mâk-ı Hayâl'de konu, hayali bir kahraman olan Râci'nin hayata dair sorularını cevaplamak istemesi çevresinde dönüyor. Bu sorular genel olarak varlık-yokluk kavramı ile alakalı.  Soruların cevapları bilim, felsefe ve onların tıkandığı yerde inanç ile açıklansa bile Râci tatmin olmaz. Gitgide karmaşık bir ruh haline bürünür. Bir gün mezarlıkta halkın meczûb olarak gördüğü Aynalı Baba ile karşılaşır ve ondan çok etkilenir. Eserin ilerleyen bölümlerinde Aynalı Baba her buluştuklarında kahve içip sohbet ederler ve sonra Aynalı Baba'nın üflediği ney nameleri ile Râci hayal dünyasına dalar. Filibeli Ahmed Hilmi eserinde bu hayallere bölümler halinde yer verir. Bölümlerde, mistizm, antik felsefe sistemleri benim gözümde ezoterizm gibi bir çok kavrama denk gelebilmek mümkündür. Aslında bir yönü ile son derece evrensel bir eserdir. Yakaza Ensemble kendi metinlerinde kitabın Kaknüs yayınları tarafından hazırlanan edisyonunu kullanmış. Çeşitli online kitap satış sitelerinde kitaba ulaşmanız mümkün. Fiyatı ise 6 ile 8TL arasında değişiyor. Belki ilerleyen dönemlerde kitaba da bloğumda yer veririm.

Bu meczûb kelimesini belki genç okuyucularım bilemeyebilirler. Aslında bir kaç anlamı var, aklını yitirmiş / kaybetmiş anlamına gelebileceği gibi özellikle dinsel metinlerde Allah aşkı ile kendisinden geçmiş kişi anlamına da gelir.
İsterseniz artık albüme gelelim. Bu kadar yazıyı okuduktan sonra albüm hakkında kafanızda bir fikir oluştu mu? Konusu için evet, ama tarzı için muhtemelen hayır!



Yakaza Ensemble dört kişiden oluşuyor afgan rebabı, dombra ve kudüm, Eray Düzgünsoy. Elektronikler ve  bas Ömer Sarıgedik. Ney, shakuhachi, saron, M. Fakih Kademoğlu. Viyolonsel ve yaylı tanbur Ceren Erendor. Geçtiğimiz hafta içerisinde albümün bültenini burada yayınladığımızda albümle ilgili ilk satırları okuyunca daha geleneksel formda bir albüm olabileceğini düşünmüştüm ancak elektronik öğelerden bahsedildiğini görünce işin rengi değişmeye başlamış ve bültenin sonundaki “Bu şimdi yeni ‘dünya müziği’ mi, ‘yeni dünya’ müziği mi sorusu ile albümü iyiden iyiye merak etmeye başlamıştım.

Albüm, "Kaf ve Anka" ile başlıyor. 6 dakikadan uzun olan parça albümdeki yolculuğa hazırlıyor. Şarkının içerisinde derinden gelen martı seslerinin eşliğinde tüm enstrümanlara verilen uzun pasajlar harika. "Sonsuz Bilmece" albümdeki en ilginç parçalardan bir tanesi elektronik yapıdaki şarkının Japonca pasajlar eklenmiş. Şarkıya eklenmiş shakuhachi (japon flütü, pek severim) ve elektronik vurmalılar ile bence süper ambient bir parça olmuş. Bayıldım! "Azamet Deryası" ve hemen ardından gelen "Azamet Sahası" son derece ilginç şarkılar. Özellikle Azamet sahasında yağmur sesleri arasında son derece hüzünlü bir yapı var. Bu iki parça bana Dante'nin "İlahi Komedya"sının Araf katına girildiğinde ilk yaşanan hüznü, şaşkınlığı ve acizliği hatırlattı. Zaten A'mâk-ı Hayâl'i okuyan meraklılar bazı açılardan ortak noktalar bulacaklardır. A'mâk-ı Hayâl'de farklı konuların işlendiğinden bahsetmiştim. "Temaşa Bayramı"nda ilk eski İran'a doğru yola çıkıyoruz. Son derece uzun şarkı içerisinden aslında çok sayıda şarkı çıkabilecek kadar melodiler var. Albümdeki favori parçalarımdan bir tanesi. "Ulular Meclisi"nde ise Orta Asyadan ve Uzakdoğudan ilginç tınılar eşliğinde farklı melodiler duymak mümkün. Parçada pek sık denk gelmediğimiz dombra ve saron kullanılmış. "Daimi Dönüşüm" ve "Arifler Meclisi" ise daha geleneksel enstrümanların kullanıldığı parçalar. Ancak yapılar hiç öyle değil tabii ki. "Arifler Meclisi"in başında dikkat çeken sanki plak takılmış gibi cızıltılı arka plan, ilerleyen bölümlerde elektronik davullarla şarkının alt yapısını oluşturmuş. Albümde her dakika şaşıracak bir şeyler var. "Yokluk Tepesi"de farklı değil.

Albümün kaydı gayet başarılı. Acayip bir derinlik hissiyatı var. Hifi'de sahne olarak tabir ettiğimiz şey belki de. Enstrümanların tınıları, notaların uzamaları her şey tane tane duyuluyor. Kitapçık da çok güzel hazırlanmış. Her şarkıya ayrılmış bölümde orijinal metinler ve birer resim serpiştirilmiş. Hiç beklemediğim kadar keyifle dinlediğim bir albüm oldu ki, bu yazıyı yazarken sanırım üçüncü tur dönüyordu.  Emeği geçen herkesin eline sağlık.

Yazının bir yerlerinde cevaplamamız gereken bir soru vardı hatırlarsanız. Albüm, yeni ‘dünya müziği’ mi, yoksa ‘yeni dünya’ müziği mi? Düşündüm taşındım, cevabı pek umursamadım. Albüm çok güzel hatta harika! Önemli olan da işte bu...

Bir Albüm Kitapçığında Tanıdık Bir İsimle Karşılaşınca


Geçtiğimiz günlerde yayınladığımız Stereo Mecmuası'nın 26 sayısında Nevcihan Özel Project'in Taristanbul albümünden bahsetmiştim. Albüm kitapçığını okurken bir isim dikkatimi çekti; sevgili Merih Akoğul. Geçtiğimiz senelerde bir İstanbul seyahatim sırasında kendisi ile tanışmıştım. Sağolsun Halit Beyazıt (aka Vintage) ile hifi mağazalarının tozunu atarken Timpani durağında sevgili Sinan Beşkurt (aka Sbeskurt) ile beraber Merih beylere misafir olup hem müzik hemde sohbet açısından harika bir gün geçirmiştik. Yukarıdaki fotoğrafta Merih Bey, Bit-ki (flora) isimli kitabını benim için imzalarken görülüyor. Bu vesile ile herkesin kulaklarını çınlatmış olayım...

Not: Merih abi, Reha ve Emre tekrar İzmir seyahati yaparken sende takılsana peşlerine, özledik!

The Third Decade - Art Ensemble Of Chicago CD


Art Ensemble Of Chicago, herkesin sevmeyeceği türde bir caz grubu. Aslında avant-garde caz grubu demek daha doğru. Topluluk 1960'ların ortasında kuruluyor. Bana göre topluluğun asıl tanındığı albüm Fransız BYG Actuel tarafından yayınlanan A Jackson in Your House albümü. 1970'lerin ortasına kadar topluluk çok sayıda albüm yayınlıyor. Benim açımdan en ilgi çekici olanlar Message to Our Folks (BYG Actuel 1969) Go Home (Galloway 1970) ve Fanfare for the Warriors (1973 Atlantic) albümleri. Tabii bu arada aradan geçen yıllarda sadece bu kadar albümleri var diye düşünmeyin. Topluluk  o kadar fazla albüm yayınlıyor ki, hepsine erişebilmek imkansız. Günümüzde albüm yayınladıkları bir çok plak şirketi kapanmış durumda. Bazılarının CD baskıları mevcut. Basılan plakların günümüzdeki fiyatları ise gerçekten uçuk. Çok az bir kitleyi ilgilendirdiğinden ve az basıldığından dolayı sanırım. Bazen 200-300 Dolar civarında fiyatlar ortalarda dolaşıyor. Tabii bu arada topluluktaki müzisyenlerin bireysel veya bir kaçının beraber yayınladığı albümlerde var. Anlayacağınız liste çok çok uzun.

The Third Decade topluluğun 1984 yılı albümü. Standart Art Ensemble ekibi bu albümde de iş başında; Lester Bowie, Joseph Jarman, Roscoe Mitchell, Malachi Favors Maghostut, ve Don Moye. Geleneksel olduğu üzere hemen her Art Ensemble albümünde kim ne çalıyor konusunu hemen geçiştirmek istiyorum. Liste yaz yaz bitmez. Genel olarak trompet çalmasına alışkın olduğumuz Lester Bowie, davul çalabiliyor bir anda. Albümde bunlar güzelce listelenmiş. Merak edenler kitapçığa bir göz atabilirler.

"Prayer for Jimbo" ile açılan albüm, klasik Art Ensemble çizgisine ilk bakışta biraz ters gibi gelebilir. Uzun bir girişten sonra şarkı kendine geliyor. Neredeyse 10 dakika süren şarkı albümün genelinde olduğu gibi düşük tempoya sahip. Tabii ki bu durum Lester Bowie, Joseph Jarman ve Roscoe Mitchell üçlüsünün rahat durmasını gerektirmiyor. Her saniye her şeyin olabileceği hissiyatına sahip olduğumuzdan dolayı, son derece keyifli bir giriş şarkısının ardından "Funky AECO" biraz daha geleneksel caz kalıplarında bir şarkı olarak karşımıza çıkıyor. Tabii ki, bol aksak ritmler, klasik bebop esintileri taşıyan sonraki bir kaç saniyede o izden geriye bir şey bulamayacağınız üflemeli bölümleri ve arkadan gelen ne olduğunu tahmin etmekte zorlandığım sesler ve her türlü vurmalı enstrüman ile insan albümün içerisine daha da giriyor.

"Walking in the Moonlight" ise bir Mitchell bestesi. Klasik bir caz baladı gibi başlayan şarkı, her ne kadar öyle devam etse de, bol bol aykırı nota duymanız mümkün. Birbiri ile aynı notaları belli gecikmeler ile çalan müzisyenlerin bunu nasıl yaptıklarını çok merak ediyorum. "Walking in the Moonlight", Art Ensemble'ın 1980'lerde arada sırada gördüğümüz göreceli sakin şarkılarından bir tanesi, Art Ensemble'a göre :) Malachi Favors  ve Don Moye şarkının ikinci bölümünden itibaren rahat duramayınca kısa süreli bir kaos yaşanıyor sadece o kadar :) "The Bell Piece" ise her türden zil, metal parça, eşya kullanılarak zenginleştirilmiş bir şarkı. tahmin edebileceğiniz gibi tüm topluluk üyeleri ellerine geçirdikleri  enstrümanlarla alt yapıyı oluştururken özellikle Lester Bowie'nin solo bölümlerini keyifle dinliyoruz. "Zero" ise Güney Amerika ve Karayip denizi ritmleri ile harmanlanmış çok bilindik melodilerin Art Ensemble yorumu, ki, şarkının son bölümüne kadar oldukça durağan ilerleyen parça Moye'nin solosunun ardından şenleniyor. Bu arada durağan giden parça diye yazıyorum ancak Art Ensemble penceresinden bunu yazıyorum. Albüme ismini veren "Third Decade" şarkısı ise Art Ensemble'ın etkilendiği kökleri bize hatırlatıyor. Afrika vurmalı motifleri ile uzun bir giriş yapılan 8 dakikalık şarkı, siren sesleri arasında bir hızlanıyor, bir ilerliyor ki yüzünüzde koskoca bir gülümseme olmaması imkansız.  8 dakika olmasına rağmen keşke hiç bitseydi dediğim şarkılardan bir tanesi.

DIW, ECM, Atlantic gibi plak şirketlerinin geniş kataloglarının ücra köşelerinde (DIW için bunu söylemek biraz güç) müthiş Art Ensemble Of Chicago albümleri bulabilirsiniz. Hatta topluluğun 1978 yılı albümü Nice Guys ülkemize plak formatında bile ithal edildi. Çok uygun bir fiyata alabileceğinize eminim. Hatta plağı bulursanız, bulunduğunuz yerde Lester Bowie's Brass Fantasy - I Only Have Eyes for You (1985) albümüne de denk gelirsiniz. Onu da hiç düşünmeden alışveriş çantanıza koyun. Tabii ki, bu söylediklerim Art Ensemble'ın müziğini sevenler için geçerli. Uyarayım da, albümü kafama atmayın sonra

Albüm İncelemesi: Nekropsi - 1998


Nekropsi, Türk müzik tarihi açısından son derece ilginç bir topluluk. Aslında 1990'larda ortaya çıkan topluluk ilk albümlerini 1997'de yayınladı. Bazı müzik topluluklarının en önemli şanssızlığı çok iyi albümlerini kariyerlerinin ilk başlarında yapmasıdır. Nekropsi'nin ilk albümleri olan "Mi Kubbesi" işte bu türden bir albüm. Haydi eğri oturalım doğru konuşalım. "Mi Kubbesi" 1970'lerden bugüne bakarsak müzik tarihi için önemli bir albüm olmayabilir ama iş Türk müzik piyasasına gelince Nekropsi'nin ilk albümünün Türk müzik dinleyicisi açısından yeri çok önemlidir. 1990'larda genç olanları etnik, caz, physcodelic rock'un özenli bir harmanlanması ile tanıştırmış, daha yaşlı olanları 1970'lerin Türkiye'sinde yapılmaya çalışılan bu karışımın bir sonraki adımı olarak heyecanlandırmıştı. Bazen daha iyi prodüktörler, daha iyi maddi imkanlar olsa ülkemizde yapılan bazı albümlerin uluslararası müzik piyasasında da ilgi çekeceğini düşünürüm. Ne yalan söyleyeyim "Mi Kubbesi"de benim için öyle bir albümdür işte. Tabii bu arada bir şeyi de unutmamak lazım. 1990'ların Türkiye'sinde böyle bir albümü yapmak kolay iş değildir. Yayıncı bulmak, albüm yayınlamak, albümün finansını yapmak kolay değildi. Hala kolay değil ama sanırım eskiden bunlar çok daha zordu. Tüm bu sebepler bu albümlerin değerini daha da arttırır. Resmen yokluklar içerisinde yapılan albümlerdir. Bazı şeyleri eleştirirken, bazı şeylerin hakkını da vermeliyiz.

Neyse... Nekropsi ilerleyen yıllarda kadro değişiklikleri yaşadı. Gelenler gidenler, tekrar birleşme haberleri. İlk albümden neredeyse 10 yıl sonra 2006 yılında "Sayı 2: 10 Yılda Bir Çıkar" albümünü yayınlarlar. "Mi Kubbesi"nin ilerisinde bir albüm bekleyen müzik dinleyicileri ilk dinleyişte albüm için olumsuz beyan ederken, 10 yıllık albümsel aranın ardından farklı bir şeyler deneyen topluluğa daha olumlu yaklaşan müzikseverler de oldu. Beklentileri karşılamak için müzik yapmak yerine, gönüllerinin istediğini yapmışlardı muhtemelen. Daha fazla elektronik öğe ile süslenmiş farklı bir albüm. Sanırım bir çok müziksever yaklaşık 10 yıllık zaman diliminde yayınlanan 2 albüm için dinledikçe farklı düşünür hale gelmiştir. Yıkıcı eleştirileri göz ardı ederek tarafsız bir kulakla albümü dinlediğim zaman müzikal değişim için olumsuz bir şeyler söylemem güç.

Çok yapılan bir espri ama buraya da taşıyalım. 10 yılda bir çıkar düsturunu bir kenara bırakarak topluluk üçüncü albümü de yayınladı. Albümün yayın haberini burada vermiştik. Albüm yayınlandı ve tabii ki edindim hemen. Albümün tanıtımında topluluğun diskografisini oluşturan iki albüm arasında bir halka olacağı izlenimi vardı bende. Amerikalıların "missing link" dedikleri şey var ya. Belki dilimize kayıp halka olarak çevirebileceğimiz bir deyim. 1998, tam anlamıyla öyle bir albüm diyebilir miyiz, bilemiyorum. Haydi ilk önce şarkı listesini verelim.

Harf Devrimi 1998
Kusmuk
14
Mecidiyeköy
Ebo 1998
Heidi
Düşük Amper
Avi ( Kısa )
Ara
Bağlama
Ateis 1998
Crying Game 1998

Albüm için bir şeyler yazmak gerçekten güç. Bir şekilde taraflı şekilde yazacağım. Albümle ilgili orada burada çok farklı yazılar okuyacağınıza eminim. "Mi Kubbesi"ne bakarak albümü acımasızca eleştirenler çok fazla. Ben albüm ilk duyurulduğunda ikinci bir "Mi Kubbesi" beklemeyenlerden olduğumdan, albümün elektronik öğeleri bol bol içeren, yer yer aksak yerel  ritmlerin bulunabileceği, etnik öğelere selam çakan, free-jazz'a atıfları bol bir albüm bekliyordum. Ne yalan söyleyeyim, beklediğimi aldım. 1998 benim açımdan bir başucu albümü olmayacak. Farklı kulvarlarda aradığımı daha fazla bulduğum albümler var. Ancak acımasızca yerin dibine batırılacak bir albüm olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Bence tıpkı "Sayı 2: 10 Yılda Bir Çıkar" albümü gibi tarafsız kulaklara hitap edecek bir albüm yapmış Nekropsi....

Bu yazdıklarıma göre Nekropsi'ye benim görüş açımdan bakanlar için albüm alınması gereken bir albüm. Müzik için benim zihniyetimde var olmayan die-hard albüm fanları için zorlu bir dinleme deneyimi sunacak bir albüm, 1998. Ne olursa olsun tarafsız şekilde ve "Mi Kubbesi"nin gölgesinden çıkarak bir kulak kabartmanızı tavsiye ederim.

Ali Yılmaz- Son Durum CD'sine Bir Göz Atalım!


Albüm kapağında sazı görünce bu yazıyı okumaktan vazgeçecek sabit fikirli okuyuculara sahip olmadığımız için bu CD'yi kendi bloğuma konuk etmeye karar verdim. Ülkemizde son günlerde müzik piyasasında yaşanan tartışmaları hepiniz biliyorsunuzdur. Böyle saçma sapan işlerle uğraşan insanların nasıl müziksever olduğunu anlamakta bazen zorlanıyorum. Benim için konu çok açıktır; hiç kendimi üzmem. Bir albüm, ruhuma hitap ediyorsa müzik tarzına hiç bakmam. İster İskandinavya'nın sisler içerisindeki fyordlarını çevreleyen ormanlardan süzülsün, isterse Afrika çöllerinde deve sırtındaki bedevilerin güneş enerjisi ile beslenen gitar amplilerinden (böyle şey mi olur demeyin örnek Tinariwen)  süzülsün, isterse hiç görmediğim coğrafyalarda, ismini bilmediğim enstrümanlarla yapılsın müziğin ruhu varsa, benim için sorun yok. Dinlerim... Zaten neredeyse dört seneyi bulan Stereo Mecmuası birlikteliğinde her türlü zorluğa rağmen ayakta durmamızın sebebi benim gibi düşünen insanların verdiği desteklerdir.

Ali Yılmaz, benim hiç duymadığım bir isimdi. Albümün duyurusunu burada yapmıştık. Bende merak ediyordum doğrusu. Albümü edindim ve keyifle dinledim. Benim halk müziğimizle alakalı engin bilgilerim yok ama özellikle Alevi türkülerine kafayı takıp araştırmalar yapmıştım. Bu söylediğimi yaptığım dönemlerde çok sıkı bir ekstrem müzik dinleyicisiydim. Sanırım bu ilgimin başlangıcı Ankara gezisinde olmuştu. İsminin TOBAV olduğunu hatırladığım bir lokale gitmiştik. Orada duyduğum melodiler beni çok etkilemişti. Zaten sonrasında fırsat buldukça Sabahat Akkiraz, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek gibi isimleri öğrenmiş ve dinlemeye çalışmıştım. O yıllardan günümüze inişli çıkışlı grafiklerle de olsa araştırmalarıma devam ediyorum. THM ile alakalı şu an bile söyleyebilecek fazla sözüm yok, dinlediğim albümlerle ilgili sadece hissettiklerimi yazabilirim.

Haydi isterseniz Ali Yılmaz'ın hayatına bir göz atalım. Hikayesi çok ilgi çekici. Hemen özetleyeyim, hemşehrim olan Ali Yılmaz, küçük yaşlarda müziğe ilgi duymuş ve darbuka çalmaya başlamış. Babası darbuka çalmasını istemediğinden ona bir bağlama almış ancak kısa süre sonra babasını kaybedince bağlama duvarda asılı kalmış. On'lu yaşlarında eve katkı sağlamak için pavyonlarda ve düğünlerde müzik yapmış. Ondokuz yaşında ise bir arkadaşıyla tartışıp tekrar bağlamaya dönmüş. Daha sonra Ege Üniversitesi Konservatuvarına girmiş son sene okulu bırakıp, ünlü olmak hayali ile İstanbul'a gelmiş. CD kitapçığında bu dönemi çok güzel anlatmışlar; "Bambaşka bir dünya olan İstanbul, İzmir'in yetenekli bağlamacısına hemen kucak açmadığından, başladığı noktaya, pavyon müzisyenliğine geri döndü" Nasıl macera değil mi? Tabii bunu yaşayana sormak lazım aslında. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Konservatuvarına girmiş ve İstanbul'da da tanınmaya başlamış. Çok sayıda enstrümanı çalabilen Ali Yılmaz'ın ilk albümü "Son Durum"

Albüm, safkan bir halk müziği albümü değil. Anadolu melodilerinin yanında, Azerbaycan'dan ve Ege'nin karşı tarafından esintiler var. Tüm bunlar melodiler, yapılan aranjmanlar ile farklı enstrümanlar ve tarzlarla birleştirilmiş. Albüme "fusion" diyebilmek mümkün. Esthema'nın Apart From Rest albümünün Türkiye prömiyerini ben yapmıştım hatırlıyorsanız. Tıpkı o albümdeki gibi bu albümde son derece samimi.

Albümde çok sayıda müzisyen görebilmek mümkün. Liste son derece uzun basgitar: Nurhat Şensesli, davul: Volkan Öktem, elektrik gitar: Ayhan Günyıl, perküsyon: Ömer Arslan, trompet: Charles Dawson, tuşlu çalgılar: Özgür Arkun, bakır üflemeliler: Erkut Yılmaz, Klarnet: Bülent Altınbaş (bu arada Kirpi albümünü 6Moons'tan Srajan'a göndermiştim, bayılmış) rhodes: Fırat Özbaylar diye liste uzadıkça uzuyor.

"Açıl Ey Ömrümün Varı"(Anonim), "Anacan" (Ali Yılmaz), "Şen-Ar" (Şenol Arkun, muhtemelen şarkının ismi isim soysiminin baş hecelerinden oluşturulmuş) "Hasret" (Özgür Arkun) albümün ilk dört şarkısı. Daha batılı düzenlemelere sahip bu dört şarkının ardından "Ürüzgar" (Ali Yılmaz) şarkısı benim özellikle ilgimi çekti. Buram buram Ege kokan şarkının ilk bölümündeki piyano bölümü ve arkasından gelen duygu dolu bölümler çok hoşuma gitti doğrusu. Azeri melodileri ile dikkat çeken "Guba'nın Ağ Alması"nın ardından dört telli bağlamanın farklı tonlarını duyabileceğimiz "Özlem" (Göksel Baltagir) benim gibi farklı saz tonlarına alışkın olmayanlara ilginç gelecektir. "İstanbul" (Özgür Arkun) ise tam anlamıyla Ege şarkısı. Şarkı mübadele ile alakalı duygularla yazılmış.

Bu noktada hemen bir parantez açayım. Çoğu İstiklal Harbi sonrasında başlayan mübadele döneminde herkes İstanbul'dan giden Rumları, Selanik'ten gelen Türklerin hikayelerini ön plana çıkartıyor. Ancak olay bununla sınırlı değil. Anadolu'nun her yanından giden Rumlar ve bugün Yunan Adaları olarak tabir edilen adalardan gelen Türkler işin içerisine girince olayın boyutları büyüyor. Sadece bu değil, her iki toplum çok uzun zaman kendi halklarında da kabul görmemiş. Bu da ayrı bir trajedi.

Çocukluğumda bu olayları anlamazken Yunanlılar hakkında ne düşüneceğimi bilememiştim. Hemen iki örnek vereyim. Çocukken, Rodos adasına gittiğimizde yaşlı Rum amcalar Yaşar'ın (hiç görmediğim dedemin ismi) torunları gelmiş diye beni ve kardeşimi öperlerdi. Babamla kucaklaşırlar ve her gittiğimiz yerde bizi sevgiyle karşılarlardı. Bazende olumsuz olaylar yaşadığımız olurdu. Bir gün dedemin mezarını ziyaret etmek için taksiye binmiştik. Yolun ilerleyen kilometrelerinde babam Türk mezarlığına (Rodos'taki) doğru dön dediğinde taksici ıssız bir arazide bizi arabasından indirmişti. Sebebini merak ediyorsanız, Türk mezarlığına gitmezmiş. Sadece bu değil, Türkiye'den geldiğinizde ilaçlı su dolu havuzlardan adalara girmek zorundaydınız. Sebebi mi; Türk toprağı mikroplu olabilir, dezenjekte etmek gerekli. Pasaport kontrol noktalarında Türk pasaportu olduğu için annemin saatlerce tutulması, buna kızan babamın görevlilerle her defasında Rumca kavga edip, kafalarına pasaportunu çarpması. Bir yanda bunlar, bir yanda her gittiğimiz yerde bizi dostça kucaklayan Rumlar. Bir çocuğun zihninde tüm bunların nasıl bir kavram karmaşası oluşturduğunu sizlere anlatamam. Nefret mi edeyim, seveyim mi? Seneler sonra insanların hepsinin iyi hepsinin kötü olmadığını, toplulukları şahıslar olarak ele almak gerektiğini anlamıştım. Tüm bunları yazdım ama sayfalarca yazabilirim. Size Ege'nin diğer tarafını anlattım, bu taraftan da hikaye çok. Özetlemek gerekirse siyaset, politika gibi şeyler b*ktan şeyler.

Albüme dönelim, Sarhoş'un ardından (Arif Sağ) Zeybek Potpuri geliyor. Bu şarkı tüm albümde benim favori şarkım oldu. Daha geleneksel tarzda çalınan 3 zeybekten oluşturulmuş potpuri insanın ruhunu okşuyor. Bir Egeli olarak bu bize özgü bir şey mi bilemiyorum. Hiç durmadan üflenen zurnalar ve bağlama ile aynı hatları izleyen davul harika. Gerçekten çok çok beğendim.

Albümün kaydı hiç fena değil. Şarkıların keyfine diyecek bir şey yok. Bu tarz fusion çalışmalar arttıkça halk müziğinin daha geniş kitlelere yayılacağını düşünüyorum.

notlar:
1- Ali Yılmaz'ın bir lakabı varmış, Motor Ali. Sanırım saz çalma performansı sebebi ile verilmiş bir lakap. Aşağıdaki videoda bir televizyon programından "Haydar Haydar" performansı var. Saz çalanlar arasında bu ezgileri çalabilmek mezuniyet belgesi gibi bir şey. Çalabiliyorsanız saz çalabiliyorsunuz demektir.
2- Ali Ekber Çiçek ismini andık, ruhu şad olsun.
3- Rodos'u özledim, gidesim geldi. Seneye artık...
4- Gerisi kendiliğinden gelir! Bu nereden çıktı derseniz Boris Vian yazıma buyrun!

Keith Jarrett / Charlie Haden - Jasmine CD


Bildiğiniz gibi son haftalarda Keith Jarrett ve Charlie Haden ikilisinin yeni albümlerinin haberlerini duyuruyoruz. Çeşme tatili dönüşü bugün ilk iş hemen albümü edindim. Aslında aklımın bir köşesinde acaba albümün plağı basılır mı diye bir soru vardı. Bunun en önemli sebebi ECM plak şirketinin seneler sonra yeniden plak basmış olmasıydı. Stereo Mecmuası'nın geçtiğimiz aylarda yayınladığımız Müzik Özel sayılarında ECM'in bastığı iki plağı mercek altına almıştık. Bu iki plak Keith Jarrett'in Yesterdays ve Enrico Rava'nın harika New York Days albümleriydi. Linklere basıp albüm eleştirilerini de okuyabilirsiniz tabii ki. Bu arada her iki albümünde plağı ülkemizde bulunuyor. Durum böyle olunca aklımın bir köşesinde Jasmine'in de plağı basılır mı düşüncesi olsa da, dayanamayıp albümün CD'sini alıverdim. Oh! pek de iyi yapmışım. Hemen kafasında benimle aynı soru olan meraklılara da bilgi vereyim. ECM'in açıklanan yakın zamanda yayınlanacak plaklar listesinde Jasmine ne yazık ki yok. Ha sürpriz yaparlarsa onu bilemem tabii :) Plaklardan bahsetmişken hemen yakın gelecekte basılan/basılacak ECM plaklarının listesini vereyim;

ECM 1022 Chick Corea: Return To Forever
ECM 1114 Pat Metheny Group: Pat Metheny Group
ECM 1216 Pat Metheny Group: Offramp
ECM 1360 Keith Jarrett/Gary Peacock/Jack DeJohnette: Still Live
ECM 1420 Keith Jarrett/Gary Peacock/Jack DeJohnette: Tribute

Ayrıca yakın bir gelecekte Keith Jarrett'ın efsanevi The Köln Concert'i (ECM 1064) de tekrar basılacak. Kafanız karışmasın yukarıdaki liste ECM'in yeni 180Gr odyofil baskıları. ECM'in ülkemizde (tabii ki dünyada da) daha eski baskı plakları buluyor. Bunların hem fiyatları uygun ve harika albümler var. Meraklısı kaçırmasın! ECM'in 180Gr plak baskıları (ki, programme of vinyl reissues olarak adlandırıyorlar) sıkı caz severlerin takip ettikleri üzere Jimmy Giuffre 3: 1961 (ECM 1438, bu albümde ülkemizde bulunuyor. Giuffre adını duyduysanız bence kaçırmamalısınız. Satın almamın üzerinden seneler geçmiş olsa da hala döner dolanır keyifle dinlerim) ile başlamıştı ve yukarıda yazdığım Enrico Rava - New York Days (ECM 2064) ve Keith Jarrett – Yesterdays (ECM 2060) ile devam etmişti. Anlaşılan liste zaman içerisinde uzayacak! Merakla bekliyorum...

Gelelim Keith Jarrett ve Charlie Haden birlikteliğine...

İsterseniz albümü sizlere tanıtmadan önce albümle ilgili neden fırtınalar koptuğundan bahsedeyim. Yabancı caz eleştirmenlerini takip edenler, albümün kokusu duyulduğundan beri yazdıkları yazıları okumuşlardır. Aynı şekilde müzisyenleri takip eden benim gibi "fazla" meraklı müzikseverlerde büyük bir heyecan içerisindeydi. Bir çok yerde bu konu nedense es geçiliyor. Biz tam tersini yapalım ve haydi isterseniz 1960'lara dönelim.

1960'ların sonunda Jarrett, Charlie Haden ve benim çok sevdiğim davulcu Paul Motian ile albümler kaydeder. Tabii bu yıllarda müzik dünyasında hemen herkes birbiri ile çalmaktadır, Jack DeJonette'ler, Charles Lloyd'lar... Liste oldukça uzun. Jarrett 1971 yılında Haden ve Motian'ın yanına saksafoncu Dewey Redman'ı da alarak American Quartet'i kurar. 5 yıl süre birliktelikten çok sayıda albüm yayınlanır. 1970'lerde (ortalarında) Jarrett ECM ile anlaşır ve American Quartet yerini European Quartet'e bırakır. Bu dönem benim pek sevmediğim bir dönemdir mesela. Jan Garbarek ile beraber çalışırlar ve Avrupa folk öğeleri işin içerisine girer. Hemen bir virgül koyayım. Burada bir tutarsızlık varmış gibi anlaşılabilir. Ben Avrupa folk müziği seven bir insanım. Özellikle de putperest dönemler benim için özellikle önemli. Tabii her türden okültist ve ezoterik yaklaşımlar da aynı şekilde. Zaten zaman zaman bu konularda pek normal sayılmayacak yazılar kaleme alıyorum. Savall'ın Le Royaume Oublié – La Tragédie Cathare albümü  veya Stille Volk albümleri için yazdığım yorumları okuyanlar bu merak durumunu fark etmişlerdir. Ama Garbarek tarzı veya European Ensemble dönemi folk pek bana göre değil.

Yine nerelere gidiyoruz. Jasmine ile konuya girip pagan folk'undan çıkmak pek normal bir şey değildir sanırım. Eh Stereo Mecmuası'nda ne normal ki?

Neyse... 33 yıllık uzun bir ayrılığın sonrasında Haden ve Jarrett  tekrar bir albüm yapmaya karar verirler. Tam olarak bilemiyorum ancak bu karar 2007 yılında verilmiş olsa gerek. Bazı okuduklarıma göre albüm yapım fikri Haden konusunda çekilen bir belgesel sırasında çıkmış. Hikayeyi tam olarak yakında okuruz sanırım. İkili, albümde standartların seslendirilmesine karar verirler. Şarkı listesi son derece ilginç. Örneğin albümün açılış parçası "For All We Know", 1934 yılında J. Fred Coots tarafından bestelenmiş. Şarkıyı kendi arşivinizde araştırırsanız Dinah Washington, Aretha Franklin, Billie Holliday (Lady In Satin yorumuna dikkat, hoş böyle yazdığımda kendimi Cüneyt Sermet hoca gibi hissediyorum. Tabii onun 1/1milyonu olmak bile önemli bir şey olurdu benim için o ayrı! Ama yazdığım free/avant-garde albüm yorumlarını okusa eminim ki çok kızardı) veya Rosemary Clooney gibi önemli isimlerden bir yorumuna mutlaka denk gelirsiniz. "Body and Soul" keza aynı şekilde. Ella Fitzgerald, Billie Holiday gibi solistlerin yanında çok sayıda caz müzisyeninin defalarca söylediği/çaldığı çok bilindik bir parça. Coleman, McCarthy bestesi olan "I'm Gonna Laugh You Right Out Of My Life", Peggy Lee'nin kendi yazdığı sözlerle zamanında meşhur olan "Where Can I Go Without You" derken liste uzadıkça uzar. En iyisi albüm listesini yazayım. Meraklılar kendi arşivlerinde derinlemesine inceleme yaparlar.

For All We Know
Where Can I Go Without You
No Moon At All
One Day I'll Fly Away
Intro - I'm Gonna Laugh You Right Out Of My Life
Body And Soul
Goodbye
Don't Ever Leave Me

Albüm Jarrett'ın evinde kaydedilmiş. Yazılan çizilenlere göre müzik son derece spontan şekilde gelişmiş. Zaten bir çok melodi tanıdık gibi görünse de, ilk kulak kabartma sırasında hemen anlaşılamıyor. İki usta müzisyen düşük tempolu şarkılarda, gözümüze sokmadan bazen birlikte bazen de tek başlarına çok ilgi çekici bölümler seslendiriyorlar. Birliktelik mükemmel, şarkılardaki yorumlar ilgi çekici. Özellikle "Body and Soul" ve albümün açılış parçası "For All We Know"u dikkatle dinleyince bu yazdıklarıma katılacaksınız. Keith Jarrett'ın standartları seslendirdiği albümlerdeki ortak huzur duygusu bu albümde fazlası ile var. 1970'lerdeki Keith Jarrett ile bugünkü Jarrett arasındaki (özellikle havada uçuşan nota sayısındaki) değişime merakla tanıklık eden müzik meraklıları Jasmine'e de bayılacaklardır. Değişmeyen tek şey Jarrett'ın şarkılar esnasında çıkarttığı sesler. Onu ilk dinlediğim zamanlarda bu duruma pek alışamamıştım. Ama ne yalan söyleyeyim artık sorun etmiyorum. Jarrett mı daha az ses çıkartıyor yoksa ben mi değiştim bilemiyorum :)

Bu arada albümün Jarrett'ın albümü evinde kaydettiğini yazmıştım. Kayıt neredeyse mükemmel. Stüdyosunu çok merak ettiğimi itiraf edeyim.

AK Müzik'in albüm tanıtımlarında yer verdiği bir yorumda Independent on Sunday yazarı Phil Johnson şunu söylemiş; "bu yıl sadece bir albüm alacaksanız o da Jasmine olmalı!" Bu kadar iddialı bir cümle kurabileceğimi zannetmiyorum (zaten yılda bir albüm alma olayını Allah kimsenin başına vermesin) ancak Jasmine bence de alınıp dinlenmesi gereken bir albüm. 60 dakikayı geçen albümle ilgili tek eleştirim kısa olması. Daha ne olsun diyeceksiniz. İkinci bir CD'ye hayır demezdim doğrusu. Şiddetle tavsiye olunur.

Yine uzun bir yazı oldu. Okuduğunuz için çok teşekkürler.

notlar:
1- Uzun yazı okumak istemeyenler için özet: bu albümü almanızı öneririm.
2- Büyük müzisyenleri böylesine albümlerde dinlemek gerçekten çok büyük keyif. Haden ve Jarrett.. Eh daha ne olsun!
3- Albümün ismi aklıma başka bir albümü getirdi; Archie Sheep'in "Yasmina, a Black Woman" albümü. BYG Actuel plaklarını bir ara İtalyan Abraxas şirketi basmıştı. Bir çoğu artık bulunamıyor. Birileri tekrar bassın.
4- Bu önemli bir not. Bir çok albüm tanıtımımızı sanki müzik eleştirmeni veya müzik tarihçisiymişiz gibi okuyup yorumlayan okuyucularımız var. Bendeniz, Hakan Cezayirli de dahil olmak üzere Stereo Mecmuası'nda yazan herkes sadece ve sadece müzik severdir. Tüm yorumlarımız müziği seven insanlardan müziği sevenlere zihniyetiyle yazılmaktadır.
5- Genel özet: Müzik çok güzel şey!

Mike Valentine - Amy Turk Kaydı :)


Son sayımızda Mike Valentine'ın son kayıtlarından izlenimleri sizlere sunmuştuk. Yazıyı okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz. Tabii hızımızı alamayıp kayıttan ortalamanın üzerinde çözünürlükteki bir dosyayı da sizlere burada sunmuştuk. Gelen tepkilere göre yeni Nagra dijital kaydedici ile yapılan kayıt çok başarılı bulunmuş. Mike bu hafta burada ve kaydın özel bir CD baskısını bana hediye etti. CD baskısı limitli ve satışa sunulan bir albüm değil. Tamamen kişisel amaçlarla üretilmiş. O yüzden linkini verdiğim kayıt ile idare etmek zorundayız. Şimdilik tabii ki... Her an sürprizler olabilir ;)

Mike Valentine Venedik Kayıtları


Geçtiğimiz hafta yayınlanan Stereo Mecmuası 22. sayısında kapak konusu Mike Valentine'ın Venedik kayıtlarıydı malum. Yazımızın sonunda üç adet ses dosyası yayınladık. Yazıyı okumadıysanız sizi buraya alalım. Bu dosyalar 6Moons'daki İngilizce makalede de yayınlanınca siteye sağlam bir yük bindi tabii ki. Neyse yoğunluğu bir şekilde atlattık.

Bazı okuyucularımız tüm kayda nasıl ulaşabileceklerini, hi-rez olarak elde etmenin mümkün olup olmayacağına dair sorular sormuşlar. Geçen gün Mike ile beraberdik. Bu kaydın ilk basılı örneğini benim için hazırlamış. Zaten yukarıda fotoğrafı mevcut. Albümün ticari olarak satışa sunulması konusunu düşünmediğinden nasıl dağıtılacağı konusunda daha bir fikir oluşmamış durumda. Hi-rez versiyonu bir şekilde Stereo Mecmuası server'larından müzikseverlere ulaştırılabilir veya CD'ler meraklılara posta ile gönderilebilir. Belki tüm bunlar için küçük bir tutar talep edilerek sonrasında bir yerlere bağışlanabilir. Yani daha tam karar verilmedi.

Kısa bir süre sonra daha fazla bilgiyi sizlerle paylaşacağımı umuyorum.

Islak Köpek - CD


Geçtiğimiz günlerde Timpani etkinliklerinde Islak Köpek ismini gördüğümde hem şaşırdım, hemde İstanbul'da olmadığım için hayıflandım biraz. Kendi bloğumun okuyucu kitlesini göz önüne alınca Timpani ne diye soranlar çok fazla olacaktır. Ülkemizde hifi sektöründe faaliyet gösteren önemli firmalardan bir tanesi diyerek kısa bir özet geçebilirim. Ancak firmanın hifi meraklılarından ziyade müzik meraklılarını ilgilendiren ilginç etkinlikleri de oluyor. Hifi ile alakanız yoksa bile sitelerine arada sırada bakmanızı tavsiye ederim. Daha fazla ayrıntı için buraya tıklayabilirsiniz. Bu arada etkinlikleri haberler bölümlerimizde de yayınlıyoruz. Meraklısına duyurulur.

Neyse konumuz Islak Köpek. Haydi bir itiraf ile başlayalım aslında grubun 2008 tarihli albümü benim gözümden kaçmıştı. Birgün Sn. Tansu Özyurt ile yazışırken albümden haberim oldu. Tabii ki bir şekilde edindim.  Bu albümde uzun zamandır yazılacaklar listemdeydi. Bugün taslak metni alıp geliştirmeye başladım ve bitmiş halini şu an okuyorsunuz. Son 2 aydır kafamı toplamak için fazla zamanım olmadı. Bir sürü taslak metin var ama elden geçirilmeleri gerekiyor. Bu yaz tatilde olmadığım zamanlarda S.M. okuyucularını yazı bombardımanına tutacağım.

Islak Köpek'in albüm tanıtımında şunlar yazıyor,

Türkiye’nin deneysel müzik topluluklarından olan Islak Köpek, Korhan Erel, Şevket Akıncı, Volkan Terzioğlu ve Volkan Ergen'den oluşan orijinal kadrosu ile ilk konserini 2005 yazında verdi. Galataperform ve Jazz Cafe'de verilen bir dizi konserden sonra, 2006'nın Ocak ayında Dirk Stromberg ve Robert Reigle kadroya katıldı. Altı kişilik topluluk Galataperform'da düzenli olarak konser vermenin yanı sıra başka mekanlarda da çaldı ve bir takım kayıtlar yaptı. 2006 yazında Volkan Ergen farklı müzikal projeler gerçekleştirmek üzere gruptan ayrıldı. Beş kişilik grup 2006 Haziran ayında Transit Doğaçlama Günleri’nde çaldıktan sonra (Le Quan-Ninh, Kirstie Simpson, Talin Büyükkürkciyan, ve Yanaël Plumet ile) Eylül 2006'da Akbank Caz Festivali kapsamında bir konser verdi.

Islak Köpek, Mayıs 2006'dan bu yana Açık Radyo 94.9’da düzenli olarak özgür doğaçlama ve özgür caz üzerine Öteki Caz adında bir program yapıyor.Grup üyeleri değişik kombinasyonlarda, başka sanatçılarla birlikte Türkiye, Hollanda, Romanya, ve Polonya'da konserler verdi. Türkye’nin önde gelen kültür ve müzik araştırmacılarından Halil Turhanlı’nın ifadesiyle “Yolculuk eden kültürler” kavramından hareketle oluşturulmuş bu albümdeki parçalar 2006 ilkbaharında Bilgi Üniversitesi ve Galata Perform'daki etkinliklerde canlı olarak kaydedildi. Özgür caz, özgür doğaçlama ve ötesi adına aradığınız ne varsa bu CD'de bulacaksınız!

Evet albüm tanıtımında yazanlar bunlar. Şimdi gelelim CD'ye.

Sanırım en son Akıncı, Baylan, Küçükyıldırım, Reigle albümü Century'nin yorumlarında free-jazz ve emprovizasyon  ile alakalı  bir kaç cümle yazmıştım. Aslına bakarsanız ülkemizde bu tarz müziği dinleyen geniş kitleler yok ve Stereo Mecmuası'nda yayınladığımız bu tarz yazıların çok geniş kitlelere hitap etmediğinin de farkındayım. Stereo Mecmuası'nın en küçük ticari kaygısı olmadığı  ve son derece özgür hareket etme şansımız olduğu için ısrarla  formal olmayan tüm müzik tarzlarını web sitemize, elektronik dergilerimize taşıyoruz. Türden bağımsız formal olmayan, atonal, avant-garde, deneysel yani anlayacağınız klasik kalıplara uymayan bir albümü tanıtmak son derece zor bir şey. Bir solodan, ritmlerden bahsetmek veya albümün geneliyle ilgili  bir şey yazabilme imkanı her zaman mevcut değil. Yapılabilecek en kolay şey, kısaca albüm çok güzel meraklısı alsın demek.

Bahsettiğim tarzdaki albümleri cümleler ile anlatmaya çalışmak riskli bir durum. Bu yüzden bazı kişiler tarafından eleştiriliyor hatta dalga geçiliyor olduğumun farkındayım. Nedense formal olmayan müzik dinleyen bir kısım insan, dinledikleri müziğin dahil oldukları sözüm ona elit bir kulübe hitap ettiğini düşünüyorlar. İşin acı olan tarafı bu yaklaşım özellikle canlı performanslarda, dolu olan salonların ilk şarkının sonrasında boşalmasına fayda etmiyor. İnsanlara bu müziği anlatmalıyız ki, ön yargılarını yıkıp, albümlere bir göz atabilme şansını yakalasınlar. Daha fazla insan bu müziklere ilgi duyduğunda, daha fazla müzisyenin önü açılacak, daha iyi albümler dinleyeceğimize inanıyorum. Son yıllarda olan biten tam anlamıyla bu zaten. Ülkemizde son yıllarda hiç olmadığı kadar fazla müzisyeni tanıyıp dinleme fırsatı bulduk. Tabii "çok bilenlere" sorarsanız, her albüme, her müzisyene söyleyecek olumsuz bir şeyleri var. Müzik dünyamızın geldiği hali, endüstrimizin bugünkü durumunu göz önüne alırsak bardağın boş değil dolu tarafını görmeliyiz. İşin güzel tarafı son zamanlarda hem kendi bloğumda hemde SM'de yazdığım bir çok albümde bardakların boş kısımları gerçekten çok az durumda. Anlayacağınız bardağın boş tarafına bakmak için, biraz taraflı (taraflı yerine istediğiniz kelimeyi yazabilirsiniz) olmak gerekiyor.

Deneysel müzikte dinlemenin en iyi ve zevkli yolu tabii ki konserlere gitmek. Canlı performanstan sonra CD veya farklı kalıplara girmiş müzik biraz sentetik oluyor. İşin içerisine doğaçlama girdiğinde sentetik olmak pek tercih sebebi değil. Ancak bir şeyi unutmamak lazım. Bugün ülkemizde İstanbul başta bir kaç büyük kent haricinde alışılagelmiş müzik tarzlarını dinleyebileceğiniz konser sayısı çok fazla değil. Bir şekilde albümlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Geçenlerde ülkemizin bir ucundan yazan bir okuyucumuz yine bu blogda bahsettiğim Alper Maral'ın Elektroakustisch! albümünü merak ettiğini, oturduğu yerde müzik market bulunmadığını eğer mümkün olursa albümden bir tane satın alıp ücreti karşılığında kendisine gönderip gönderemeyeceğimi sordu. O gün kendisine kendi arşivimdeki albümü hediye olarak gönderdim. Anlayacağınız bu tarz albümlerin basılması bence çok önemli. Belki bir konserin coşkusunu yansıtmaktan çok uzak ancak büyük kentlerde oturmayan insanların ruhlarını besleyebilecek tek şey albümler.

Konumuz neydi. Ah evet Islak Köpek.

Aslında albümle ilgili aklımdan geçen yazı, Sn. Bruno Manusso'nun yazdığı Timuçin Şahin'in Bafa albümü yazısı gibi. Bence bir albüm anlayana ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Hoş yazının başında kafama biraz taş düştü ama olsun. Şimdi bende Ornette Coleman ile Cecil Taylor ile  başlayıp, oradan Anthony Braxton'a, Sun-Ra'ya hatta Art Ensemble Of Chicago'ya gidip, denizi aşıp Peter Brötzmann'a, oradan geri dönüp John Cage'in elinden öpüp, sonra kıtanın güneyine inip Horacio Vaggione'ye (bir ara Vaggioe ile alakalı bir yazı yazsam iyi olur) uğramak istiyorum. Hatta Cristian Vander'e, azıcık da olsa Kraftwerk'e sonra zaman yolculuğuna tekrar girip Albert Ayler'e, Rahsaan Roland Kirk'e, Don Cherry'e uğramak hatta Coltrane'e saygılarımı sunup geri dönüp John Zorn'a gidip Book Of Angels'lara bir ara versen demek istiyorum. Sonrasında İtalyaya girip uzun süre hiç çıkmayasım bile var. Aslında böylesine bir yolculuğa çıkınca dönmek pek mümkün olmazdı herhalde. Neyse yazıyla da olsa bir şekilde bende yolculuk hevesimi almış oldum :)

Islak Köpek, albümü toplam dört parçadan oluşuyor. 67 dakikalık albümde tahmin edebileceğiniz gibi son derece özgür şekilde yaratılmış bir albüm. Albümde şu müzisyenleri dinleme şansınız olacak, Şevket Akıncı: elektro gitar, Korhan Erel: bilgisayar ile yaratılan sesler, melodika, Volkan Ergen: vurmalı çalgılar, Robert Reigle: tenor saksofon ve Volka Terzioğlu: tenor saksafon, klarnet ve bas klarnet.

Açık konuşayım, albüm, deneysel müziğe alışkın olmayanlar için pek kolay dinlenebilir değil. Özellikle albümün açılış parçası "May 16, Piece One"nın daha ilk saniyesinde bu yazdığıma hak vereceksiniz. Ancak deneysel müziğe alışkın dinleyiciler için bu durumun pek bir önemi yok. Şarkıların belli bir strüktürü (belki yapı demek lazım) kesinlikle yok. Belli anlarda üst süte binmiş ve karşılıklı atışan enstrümanlar (özellikle Mu No Basho'nun 12. dakikadan sonrası) insanın kulaklarının hemen müzisyenlere kaymasını sağlıyor. Ardından şarkılar biraz duruluyor gibi oluyor yepyeni bir safha ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Zaten bu müziğin en sevdiğim yanı bu. Klasik ritm hattı, eşlikçi kavramları gibi unsurlar yok. Herkes eşlikçi, herkes solocu. Bir saniye sonrasında ne olacağını bilemediğiniz bir yapı(sızlık) Sanırım benim bu albümü asıl sevme sebebim bu.

Grubun bir canlı performans videosunu Vimeo'da buldum. Aşağıda seyredebilirsiniz. Ayrıca sayfanın en başındaki linkleri kullanarak Timpani sayfalarında hem keyifli sohbetleri hemde canlı performanslarını seyredebilmek mümkün.

not: albüm kapağı fotoğraf makinemin arızasından dolayı dizüstü bilgisayarımın web kamerasından çekildiğinden biraz flu görülüyor. Ayrıca parmaklar(ım), albüm kapağına dahil değil :) not2: Alper Maral'ın albümünü tekrar satın alıp arşivime geri koydum tabii ki. Giden albümün yenisini hemen alırım, bulamayacağım albümleri ise kimseye vermem :)

Mustafa Dönmez - Gizemli Yolculuk CD


4 yaşında duyduğu ilk elektrogitar solosunun, içindeki özgürlüğün ve coşkunun sesi olduğunu hissetti. Türkiyede ilk Jazz-Rock Fusion gurubu olan "Atmosfer'i" kurdu. Grup, birçok konser ve festivalde yer aldı. Mustafa Dönmez, daha sonra Avrupa'da Viyana ve Paris'de birçok konser verdi. Farklı müzisyenlerle doğaçlama performansları yaptı. Paris'de Soyut Resim ve Soyut Müziğin bağlantılarıyla ilgili özgün çalışmalarda bulundu. Türk müziğindeki makamların modern jazz içinde kulanımıyla ilgili çalışmalar yaptı. 2005 yılında kurucusu olduğu "Atmosfer" gurubunu yeni bir kadro tekrar oluşturdu. Atmosfer, 2006 ve 2007 yıllarında İstanbul'da birçok jazz kulubünde ve konser salonunda konserler verdi. 2007 Aralık ayında bestelerin tamamı Mustafa Dönmez'e ait olan "Ağaçların Öyküsü" adındaki albümü A.K Müzik'ten yayınladı.

20 yıldır eğitimci olarak, gitar, bas gitar, teknik, armoni ve teori eğitimi vermeyi sürdürüyor. "Gizemli Yolculuk" adlı ilk solo albümü A.K Müzik'ten yayınlandı....

Mustafa Dönmez kendi sitesinde çalışmalarını bu şekilde özetlemiş. Şimdi Mustafa Dönmez'in kaldığı yerden hikayeye kendi açımdan devam edeyim. Bu albümü çıktığı ilk gün bir arkadaşımın elinde görmüştüm. Hatta kısa şekilde albümü dinlemiştim. Sonrasında günlük koşuşturmaların arasında albümü almayı unuttum. İnsan hep aynı müzik marketten alışveriş edince zaman içerisinde ilişkiler gelişiyor. Sağolsunlar, albümü istediğimi unutmayıp, getirtip kenara koymuşlar. Bir gün bu albümü istemiştin deyip, önüme çıkarttılar. tabii ki hemen satın aldım ama uzunca süredir çok yazı yazamadığımdan sizlere tanıtamadım. Eh problemlerin bir çoğu ortadan kalktığına göre yazılara kaldığımız yerden devam.

Albümdeki müzisyenler şu şekilde; bas gitar Sertaç Tunguç (Yunus ve Mavi şarkısında), davul: Bilge Candan, davul : Selami Sevinç (sadece Mektup şarkısında) keman: Serdar Pazarcıoğlu, tabla, bas darbuka, tef, perküsyonlar: Ferhat Akay, tenor ve soprano saksofon: Hidayet Selim Kavçık. Albümdeki her türlü telli enstrüman ise Mustafa Dönmez tarafından çalınmış.

1 Begonvil Bahçesi: Albümün açılış parçası kuş sesleri arasında başlıyor. Son derece sade ve melodik bir parça. Saksafon bazı pasajlarda şarkıyı zenginleştirmiş ayrıca abartıdan uzak bir solo ile şarkı desteklenmiş. Albümün genelinde olduğu gibi farklı türden gitar ile çalınan ana ritmlerin üzerine yine farklı gitarlar ve tonlarla atılan sololar albümün özellikle de şarkıların yapısına olumlu katkı yaparken, abartı sololar veya hız gösterileri gibi tüm gereksizliklerden uzak durulmuş. Bu arada yine son bölümdeki Mustafa Dönmez'in bas solosu da keyifli. Albümde farklı gitarlar (akustik, bas, elektro ve türevleri) genelde Mustafa Dönmez tarafından çalınarak, kayıtlarda üst üste bindirilmiş.

2 Kelebeğin Günlüğü Bu şarkıda davul haricindeki tüm performans Murat Dönmez'in. Yine farklı türevleri ile gitarların yanında gitar synth kullanımı dikkat çekiyor. şarkıda oldukça uzun ama insanın dikkatini dağıtmayan bir solo var. Bu solo oldukça sert rock sound'una yakın.

3 Gizemli Yolculuk, Tanju Duru'ya adanmış şarkı. Tanju Duru'yu Ezginin Günlüğünden tanıyan okuyucularımız olacaktır. Araya kemanında girmesiyle zaten duygulu olan şarkı, insanın içine işliyor. Sololarda son derece duygu yüklü. Tonlar insanı yolculuğa çıkartacak türden.

4 Gökkuşağının Çocuğu Bu şarkı özellikle jazz rock fusion sevenlerin çok hoşuna gidecektir. Şarkının genel hatları çok ilginç şekilde doldurulmuş. Banjo sololar, tar sololar hatta şarkının başındaki vokaller ile ilginç bir parça.

5 Maraton: Albümü alan arkadaşlarımın arasında en sevilen parçalardan bir tanesi. İlle bir türe sokulacaksa jazz-rock fusion türüne sokulabilecek bir şarkı. Bu şarkının melodik yapısı keman ve saksafonun kullanımı ile zenginleşmiş. Tabii Murat Dönmez'in özellikle şarkının başındaki bas solosu son derece keyifli. Kendi aramızdaki tartışmalarda albümün genelindeki davul kullanımı konusunda en çok tartıştığımız şarkı, Maraton.

6 Mektup: Son derece güzel bir melodiye sahip bir parça. Yine ana ritmin çevresinde dolaşan sololarla ve aksak davul ritmleri ile dikkat çeken bir parça. Bu parçadaki davul düzenlemesi, sound'u ve performansı albümün geneline göre göre daha dinamik. Ayrıca da davulcu farklı. Bir kısım arkadaşım bu tarz davulun albüme daha fazla yakıştığını söylerken, ben kendi kararımı daha veremedim. Şarkıya katkı yapan davulcu meraklıların çok yakından tanıdığı bir isim Selami Sevinç.

7 Rastlantı Değil. Çok ilginç bir parça. Daha bir bizim topraklardan sanki. Vurmalı enstrümanlar şarkıya oldukça farklı bir karakter katmış. E-bow kullanımı ile ilginç sesler duyabilmeniz mümkün. E-bow nedir derseniz, aslında çok ilginç bir alet. Pille güç verilerek manyetik bir etki yaratan bu ufak alet, gitar teline devamlı olarak bir titreşim vermesini sağlıyor. Böylelikle çok ilginç tonlar alabilmek mümkün oluyor.

8 Nefes Blues: Adından anlaşılabileceği gibi blues formatında bir şarkı. Bu şarkıda davullar Mustafa Dönmez tarafından çalınmış.

9 Geçmişe Özlem, Yine ilginç perküsyonlar kullanılarak kullanılmış ve kemanın da kullanılmasıyla yüzünü iyice doğuya doğru çeviren bir şarkı olarak dikkat çekiyor. Raslantı Değil isimli şarkıda kısaca anlatmaya çalıştığım e-bow'un kullanımıyla gitarda ilginç tonları ile şarkıyı destekliyor.

10 Gün Bitti: Albümün sonuna doğru yaklaşırken harika bir şarkı. Tenor saksafon ve yine çeşitli gitar kombinasyonları ile solo ve ritm ortaklığı ile devam eden bir şarkı. Çok hızlı olmayan tempoda abartıdan uzak sololarla süslenmiş.

11 Yunus ve Mavi. Albümün kapanış parçası.

Gitarist albümleri beni her zaman korkutur. Özellikle de aynı gitaristin farklı enstrümanlarla kaydettiği enstrümanların birbiri üzerine getirildiği çalışmalar genelde daha bir tehlikelidir. Mustafa Dönmez albüm boyunca gitar, perdesiz gitar, slide gitar, akustik ve 12 telli akustik gitarlar gibi uzun bir listedeki enstrümanları çalıyor. Ayrıca e-bow gibi yardımcı aparatlar çeşitliliği arttırıyor. Birde tehlikeli bir şey olan gitar synth zaman zaman kullanılmış. Ama kulakları zedeleyecek şekilde değil!

Albümün genelinde korktuğum gibi bir durumla karşılaşmadım. Bazen iyi gitaristler egolarına yenik düşüp, böylesine albümleri solo üzerine solo, manasız hızlı ritm üzerine ritmlere boğarak dinleyicilere kabus yaşatabiliyorlar. Gizemli Yolculuk'ta böyle bir kabusa yer yok. Albüm, rock, blues, caz hatta Anadolu melodileri gibi farklı bir çok türün ustaca karışımıyla oluşturulmuş. Bazı şarkılarda saksafon kullanımıyla zenginlik artmış.
Albümde 11 şarkı bulunuyor ve şarkı süreleri son derece uzun. Neredeyse CD sömürülmüş diyebilirim, 79 dakikanın üzerinde müzik var. Eh bir CD'ye kaydedilebilen müzik süresinin 80 dakika olduğunu düşünürseniz sömürme konusunda bana hak verirsiniz. Bir kaç pasaj ve solo hariç albümü sıkılmadan keyifle dinledim. Bunu sağlamak pek kolay bir şey değil. Bu kadar solonun olduğu bir albüm bence çok iyi kotarılmış. Albümün geneli yazdığım gibi abartıdan son derece uzak ve bence bu çok önemli.

Bu albümü çok sayıda arkadaşımda satın aldığı için albümde herkesin uzlaşmadığı tek konu davullar. Bazı meraklılar davulların daha dinamik olması gerektiğini söylerken bazıları da davulların biraz geride olacak şekilde miksaj yapıldığını söylüyorlar. Benim görüşüm daha çok gitar ve soloların öne çıktığı bir solo albümde bu durumun normal olduğu yönünde. Müzik kişisel beğeniyle alakalı olduğundan bu görüşlerin olması son derece normal. Ama taraflı tarafsız herkesin birleştiği nokta genel olarak albümün başarılı olduğu! Zaten öyle olmasa tanıdığım herkeste bu albüm olmazdı :)

Sanırım ülkemizde bu tarzda (rock, blues, jazz gibi türlerin harmanladığı) albümlere belli bir açlık olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer Mustafa Dönmez, Atmosfer isimleri size bir şeyleri çağrıştırıyorsa ve albümü satın almadıysanız (ki tahmin etmiyorum) mutlaka alın. Ayrıca gitar dinlemeyi seven ve benim gibi saniyede binlerce notanın (tamam özellikle abartıyorum) basıldığı albümlerden nefret ediyorsanız, albüme yine bir göz atmanızı tavsiye ederim.

Aşağıdaki video'da albümün açılış parçası olan "Begovil Bahçesi"nin  canlı performansı var. Umarım bir fikir verir.

Antonius Rex - Neque Semper Arcum Tendit Rex



Dünyada bizimki kadar acayip bir hifi ve müzik e-dergisi var mıdır bilmiyorum. Çok uçuk müzik dergileri var ama işin içerisine hifi girdiğinde müzik çok uçlarda gezin(e)miyor. Almanya'da bir kaç dergide bol bol farklı türlere yer veriliyor. Liste metale kadar uzuyor.

Geçenlerde gecenin bir vakti uykusuzluktan "dur bakalım eski sayılarımızda neler yapmışız" olayına gireyim dedim. Daha ilk sayılarda ele aldığımız albümlerin bir kısmını görünce ben bile şaşırdım. Cahil cesareti gibi bir şey. Bir yanda en sert Norveç black metal albümleri, arayıp bulunamayacak underground albümler, Türkçe albümler, Türk Sanat Müziği, Etnik, Klasik derken el atmadığımız tür kalmamış gibi. Bunlar yetmezmiş gibi derginin ayrı ayrı bölümlerinde farklı türlerde müzik dinleyen yazarların birbirlerinin yazılarına ince ince dokundurması.... Derken liste karmaşıklaşıp, içerisinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Daha ilk başlardan beri söylediğim bir şey var. Stereo Mecmuası'nın tüm bu acayipliklerine rağmen binlerce okuyucunun ilgisini çekmesi, yayınlanan yazıların okunmasının sebebi sanırım son derece içten olmamız.

Dediğim gibi bazı albümleri neden yazdığımızı bilmiyorum. İşte onlardan bir tanesi. Antonius Rex'in 1974 yılı albümü Neque Semper Arcum Tendit Rex. Kısada olsa burada biraz bahsetmişim. Şimdi yazımın üzerine bir tuğla daha koyalım.

Dergide bana ayrılmış bölümlerde sık sık müzik konusunda İtalya'ya dikkat edilmesi gerektiğini yazıyorum. Jazz, rock ve bir çok müzik türünde çok ilginç örnekler bulmak mümkün. Öyle ilginç plak şirketleri var ki, o dönemlerde bu albümleri nasıl basmışlar anlayabilmek mümkün değil. İşte onlardan bir tanesi.

Proje aslında Antony Bartoccetti'nin solo projesi. Çok derinlere inmeyi seven dostlarımız Jacula'yı duymuş olabilirler. 1960'ların sonlarında vukuatlarına başlayan bir topluluk. Bartocelli gerçekten çok ilginç bir müzisyen Jacula, Devil Triangle, Desert Behind Us, Invisible Force ve Antonius Rex. Her bir grup başlı başına bir araştırma konusu... Devil Triangle ve Desert Behind Us grupları hakkında o kadar az kaynak bulunuyor ki...

Özellikle In Cauda Semper Stat Venenum (Jacula'nın diskografisinden) albümünü dinlediğinizde ne olduğunuza şaşırmanız mümkün. Ortalıkta çok uçlarda gezinen türler yokken Antony Bartoccetti ve ekibi 30 sene sonrasında yapılacakların ipuçlarını vermiş. 1970'lerin başlarında Jacula projesi rafa kalkınca Stereo Mecmuası'nın ilk sayılarında yer verdiğimiz Neque Semper Arcum Tendit Rex ortaya çıkar. Albüm bugün progresif rock sınıflamasına sokulsa da, ortada bambaşka bir vaka var. Gotik veya doom gibi akımların (bugünün popüler kültürü olan Gotik müzikten bahsetmiyorum) ortaya çıkmasından çok önce ortaya çıkan albüm aklın alacağı gibi değil. Sözlerin konusuna girmek hiç istemiyorum. Sanırım çıkabilmemiz mümkün olmayacaktır.

Antony Bartoccetti 2009 yılında For Viam isimli bir albüm yayınladı. Topluluğun müzik kariyeri neredeyse 50 yılı aşmışken, uslanmaya pek yanaşacaklarmış gibi gözükmemekte. For Viam, günümüze göre çok uçlarda sayılmaz ancak 40 yıllık evrimi düşünürseniz ortadaki albümün değeri artıyor. Artmayı bırakın değer tavana vuruyor.

Bugün Black Widow plak şirketi tarafından basılan Pacula ve Anthonius Rex albümleri yüzlerce hatta süper az bulunur olanlar 600 Euro seviyelerinde fiyatlara sahip. Hatta bunlardan bir tanesinin satıldığını görmek bile büyük bir şans. Daha sonraki yıllarda İtalyan Abraxas plak şirketi, Black Widow kataloğundan bazı albümleri tekrar bastı ancak bu sonradan basımlar bile alınabilir fiyatlarda değil. CD olarak da bulmak sorun. Bazı internet sitelerinde dijital  formatlarda satışlar var. 1947 yılındaki albümle aynı ismi taşıyan bir şarkıyı bir İtalyan dostumuz Youtube'e eklemiş. Olayın vehametini anlamak için, dark underground müziğe meraklılar bir dinlesinler şarkıyı. Yıla dikkat, 1974!